Ana Sayfa
Forum
İletişim
Alacakaranlık Hakkında
Robert Pattinson Kimdir?
Kristen Steawart Kimdir?
Cullen Ailesi Nasıl Oldu?
Edward Cullen'ı neden severiz?
Test
Anketler
Eclipse (Tutulma)
Top liste
Cullenlar Nasıl Vampir Oldular?
Galeri
Örümcek Adam Aranıyor!!
OYUN
VİDEO
Midnight Sun
 

Midnight Sun


Arkadaşlar Stephenie Meyer 5. kitabı yazıyordu. Fakat evine hırsız girdi ve leptabını çaldı. Yazdıkları da internete düştü. Bunu yayınlamak çok güzel birşey değil ama Edward'ın ağzından Alacakaranlık'ı dinlemek güzel olur diye düşündüm. Sizin için sitede yayımlıyorum...


DEVAMI DAHA SONRA...

Bu, günün uyuyabilmeyi dilediğim zamanıydı.
Lise.
Ya da doğru sözcük Araf mıydı? Eğer günahlarımı telafi etmenin bir yolu
olsaydı, bu bir ölçütte çeteleye yazılmalıydı. Can sıkıntısı alışabildiğim bir şey değildi;
her gün, inanılmaz şekilde bir öncekinden daha tekdüze geliyordu.
Sanırım benim uyuma biçimim buydu – eğer uyku aktif dönemler arasındaki
hareketsiz durum olarak tanımlanırsa.
Kafeteryanın uzak köşesindeki alçıdan geçen çatlaklara, orada olmayan
şekiller hayal ederek baktım. Bu, kafamın içinde fışkıran ve bir nehir gibi çağıldayan
sesleri bastırmanın tek yoluydu.
Bu seslerden birkaç yüz tanesini sıkıntı yüzünden duymazdan geliyordum.
Konu insan zihnine gelince, hepsini daha önceden duymuştum. Bugün bütün
düşünceler, buradaki küçük öğrenci grubuna eklenen yeni kişiyle ilgili gülünç bir
heyecanla doluydu. Hepsinde ilgi uyandırmak çok kısa zaman almıştı. Yeni yüzü her
açıdan düşünce üzerine düşüncede görmüştüm. Sadece sıradan bir insan kızı.
Gelişinden doğan coşku bıktırıcı şekilde tahmin edilebilirdi – bir çocuğa parlak bir
cisim göstermek gibi. Koyuna benzeyen erkeklerin yarısı şimdiden kendilerini ona
aşık olarak hayal ediyorlardı, sırf bakılacak yeni bir şey olduğu için. Onları bastırmak
için daha çok uğraştım.
Sadece dört sesi tiksindiğim için değil, nezaketten engelliyordum: yanlarında
olduğum zamanlardaki mahremiyet yoksunluğuna alışan ve bununla ilgili artık pek
düşünmeyen ailem, iki kız ve iki erkek kardeşim. Onlara verebildiğim kadar gizlilik
veriyordum. Eğer yapabilirsem dinlememeye çalışıyordum.
Denediğim halde, yine de… biliyordum.
Rosalie’nin aklında, her zamanki gibi, kendisi vardı. Birilerinin bardaklarında
profilinin görüntüsünü yakalamıştı ve mükemmelliği üzerine düşünüyordu. Onun
zihni birkaç sürprizi olan sığ bir göletti.
Emmett dün gece Jasper’a karşı kaybettiği güreş maçı yüzünden
köpürüyordu. Rövanş ayarlamak için okulun bitimini getirmek, sınırlı olan bütün
sabrını alacaktı. Emmett’in düşüncelerini dinlerken kendimi hiçbir zaman davetsiz
misafir gibi hissetmezdim, çünkü asla sesli söylemeyeceği ya da eyleme
geçirmeyeceği bir şey düşünmezdi. Muhtemelen diğerlerinin aklını okumaktan
suçluluk duymamın sebebi, orada benim duymamı istemeyecekleri şeyler olduğunu
bilmemdi. Eğer Rosalie’nin zihni sığ bir göletse, Emmett’inki de cam berraklığında,
karartısız bir göldü.
Ve Jasper… acı çekiyordu. Bir iç çekişi bastırdım.
Edward. Alice kafasının içinde ismimi söyledi ve dikkatimi anında çekti.
Bu, adımın sesli söylenmesiyle aynı şeydi. İsmimin modasının son zamanlarda
geçmiş olmasından memnundum – sinir bozucu oluyordu; herhangi bir zaman,
herhangi biri, herhangi bir Edward’ı düşündüğünde, başım istemsizce dönüyordu…
Ã
žimdi başım dönmemişti. Alice ve ben bu gizli konuşmalarda iyiydik. Birileri
bizi çok ender yakalayabiliyordu. Gözlerimi alçının çizgilerinde tuttum.
Nasıl direniyor? diye sordu bana.
Somurttum, ağzımın sabit şeklinde sadece ufak bir değişiklik oldu. Diğerlerini
uyaracak hiçbir şey yoktu. Kolaylıkla sıkıntıdan da somurtuyor olabilirdim.
Alice’in iç sesi şimdi panik doluydu, zihninde çevresel görüşüyle Jasper’ı
izlediğini gördüm.
Bir tehlike var mı? Yakın geleceği taradı, surat asmamın altındaki
sebebi bulmak için tekdüze görüntüleri gözden geçirdi.
Başımı sanki duvarın tuğlalarına bakıyormuş gibi yavaşça sola çevirip iç
çektim, sonra sağa, tavandaki çatlaklara bakmaya geri döndüm. Sadece Alice kafamı
salladığımı biliyordu.
Rahatladı. Eğer kötüye giderse bana haber ver.
Sadece gözlerimi hareket ettirdim, önce tavana sonra tekrar aşağıya.
Bunu yaptığın için teşekkürler.
Sesli cevap veremediğim için hoşnuttum. Ne söylerdim ki? ‘Benim için bir
zevk’? Hiç değildi. Jasper’ın mücadelelerini dinlemekten keyif almıyordum. Onu
böyle sınamak gerçekten gerekli miydi? Belki de susuzlukla hiçbir zaman kalanımız
gibi başa çıkamayacağını itiraf etmek, sınırları zorlamamak daha güvenli olmaz
mıydı? Niye tehlikeyle flört etmeliydi ki?
Son avlanma seyahatimizin üzerinden iki hafta geçmişti. Bu kalanımız için çok
uzun bir zaman değildi. Bazen biraz rahatsız ediyordu – eğer bir insan çok yakından
yürürse, eğer rüzgar yanlış yönden eserse… ama insanlar çok ender yakınımızdan
yürüyorlardı. İçgüdüleri onlara bilinçlerinin asla anlayamayacağı şeyi söylüyordu:
biz tehlikeliydik.
Jasper şu anda çok tehlikeliydi.
O anda, küçük bir kız bir arkadaşıyla konuşmak için bizimkine en yakın
masanın sonunda durdu. Sarımsı kızıl, kısa saçlarını, parmaklarını içinden geçirerek
salladı. Isıtıcı, kokusunu bizim yönümüze doğru üfledi. Bu kokunun bana
hissettirdiklerine alışıktım – boğazımda susatıcı bir ağrı, midemde boş bir arzu,
kaslarımın istemsizce kasılışı, ağzımdaki zehrin aşırı akışı…
Bunların hepsi oldukça normaldi, genellikle görmezden gelinmesi kolaydı.
Sadece şimdi daha zordu; Jasper’ın tepkisini izlerken hisler daha güçlüydü, iki
misliydi. Sadece benimki yerine çifte susuzluk vardı.
Jasper hayal gücünün kendisinden kurtulmasına izin verdi. Kafasında
resmediyordu – kendini Alice’in yanındaki yerinden kalkıp küçük kızın yanına
giderken canlandırıyordu. Kulağına fısıldıyormuş gibi eğilip dudaklarını kızın
boğazına değdirmeyi düşünüyordu. İnce teninin altındaki nabzının sıcak atışının
ağzının altında nasıl hissedeceğini düşlüyordu…
Sandalyesini tekmeledim.
Bir dakikalığına bakışımla buluştu ve sonra aşağı baktı. Kafasının içindeki
utanç ve isyan savaşını duyabiliyordum.
“Özür dilerim.” diye mırıldandı.
Omuzlarımı silktim.
“Hiçbir şey yapmayacaktın.” dedi Alice üzüntüsünü yatıştırmak için. “Bunu
görebiliyordum.”
Yalanını ele vermemek için suratımı ekşitmemeye uğraştım. Birbirimize
destek olmalıydık, Alice ve ben. Sesler duymak ya da gelecekten görüntüler görmek
kolay değildi. Zaten ucube olanların arasında ikimiz de ucubeydik. Birbirimizin
sırlarını korurduk.
“Eğer onları insan olarak düşünürsen biraz yardımcı olur.” diye önerdi Alice,
yüksek, müzikal sesi eğer yeterince yakında olan varsa, onların duyabilmesi için çok
hızlıydı. “Adı Whitney. Çok sevdiği bir kız kardeşi var. Annesi Esme’yi o bahçe
partisine davet etmişti, hatırladın mı?”
“Onun kim olduğunu biliyorum.” dedi Jasper tersçe. Uzun odanın etrafındaki
saçakların altında yer alan pencerelerin birinden bakmak için döndü.
Bu gece avlanmak zorunda kalacaktı. Böyle riskler alarak, gücünü test etmeye,
direncini artırmaya çalışmak saçmaydı. Jasper sınırlarını kabul etmeli ve onlara göre
davranmalıydı. Eski alışkanlıklarının, seçilmiş yaşam şeklimize faydası olmuyordu;
kendini böyle zorlamamalıydı.
Alice sessizce iç çekti ve yemek tepsisini alıp kalkarak onu yalnız bıraktı.
Jasper’ın ne zaman yeterli desteği aldığını bilirdi. Rosalie ve Emmett ilişkileriyle
daha çok göze batsalar da, birbirlerinin ruh hallerini kendilerininki kadar iyi bilenler
Alice ve Jasper’dı. Sanki onlar da akıl okuyabiliyorlarmış gibi – sadece
birbirlerininkini.
Edward Cullen.
Refleks olarak, adımı çağıran sese doğru döndüm; ama seslenilmemişti sadece
bir düşünceydi.
Gözlerim saniyenin küçük bir kısmında kalp şekilli, soluk renkli bir yüzdeki
bir çift büyük, çikolata renkli göze kilitlendi. Ã
žşimdiye kadar kendim görmüş
olmasam da, yüzü tanıyordum. Bugün buradaki her insanın aklında en ön
plandaydı. Yeni öğrenci, Isabella Swan. Buraya yeni bir gözetim durumuyla yaşamak
için gelmiş, kasaba polis şefinin kızı. Bella. Tam ismini söyleyen herkesi
düzeltmişti…
Sıkılıp başka yere baktım. Onun, ismimi düşünen kişi olmadığını anlamam bir
saniye sürmüştü.
İlk düşüncenin
Tabii ki, şimdiden Cullen’lara çarpılıyor, diye devam ettiğini
duydum.
Ã
žimdi ‘sesi’ tanımıştım. Jessica Stanley – iç gevezelikleriyle beni rahatsız edeli
bir süre geçmişti. Yanlış kişiye olan hayranlığını sonunda atlatmış olması büyük
rahatlıktı. Eskiden, daimi, gülünç hayallerinden kaçmak neredeyse imkansızdı. O
zamanlar, eğer dudaklarım ve arkalarındaki dişlerim onun yakınlarına gelirse tam
olarak ne olacağını ona açıklayabilmeyi dilemiştim. Bu, o rahatsız edici fantezilerini
sustururdu. Tepkisinin düşüncesi beni neredeyse gülümsetti.
Ona çok da yararı olacak sanki, diye devam etti Jessica. Gerçekten güzel bile değil.
Niye Eric’in ona bu kadar çok baktığını bilmiyorum… ya da Mike’ın.

Son isimde irkildi. Yeni platoniği, popüler Mike Newton ona tamamen
kayıtsızdı. Belli ki, yeni kıza o kadar kayıtsız değildi. Yine parlak cisimle çocuk gibi.
Kıza ailemle ilgili bilgi verirken dışarıdan samimi görünüyordu. Yeni öğrenci
mutlaka bizi sormuş olmalıydı.
Bugün herkes bana da bakıyor, diye düşündü Jessica kendini beğenmiş şekilde.
Bella’nın benimle iki dersi olması büyük şans… Bahse girerim ki Mike bana–

Dar kafalılığı ve abesliği beni delirtmeden önce bu anlamsız gevezeliği
kafamdan atmaya çalıştım.
“Jessica Stanley yeni Swan kızına Cullen’ların bütün kirli çamaşırlarını
anlatıyor.” diye mırıldandım Emmett’a dikkatimi dağıtmak için.
Alçak sesle kıkırdadı. Umarım iyi anlatıyordur, diye düşündü.
“Hiç yaratıcı değil aslında. Sadece ufak skandal dokundurmaları, korku
hikayeleri değil. Biraz hayal kırıklığına uğradım.”
Peki yeni kız? O da dedikoduda umduğunu bulamamış mı?
Yeni kızın, Bella’nın, Jessica’nın hikayesi üzerine ne düşündüğünü duymak
için dinledim. Herkesçe görmezden gelinen garip, kireç tenli aileye baktığında ne
görmüştü?
Tepkisini bilmek benim bir nevi sorumluluğumdu. Ailem için bir gözcüydüm,
bizi korumak için. Eğer birileri şüphelenmeye başlarsa, erken bir uyarı ve kolay geri
çekilme şansı verebiliyordum. Bu sık sık oluyordu – aktif hayal gücüne sahip bazı
insanlar bizi bir kitap ya da film karakteri olarak görüyorlardı. Genellikle yanlış
sonuca varıyorlardı; ama riske girmektense başka bir yere taşınmak daha iyiydi. Çok
çok ender, birileri doğru tahmin ediyordu. Onlara hipotezlerini test etme şansı
vermiyorduk. Korkutucu bir anıdan başka bir şey olmamak için sadece
kayboluyorduk…
Jessica’nın anlamsız iç monologunun devam ettiği yerin yakınını dinlememe
rağmen hiçbir şey duymadım. Sanki orada kimse oturmuyor gibiydi. Ne tuhaf. Kız
gitmiş miydi? Jessica ona hala gevezelik ettiğine göre, bu pek mümkün değildi.
Dengesiz hissederek kontrol etmek için baktım, ekstra ‘duyu’mun bana ne
söyleyebileceğini kontrol etmek için – bu daha önce yapmak zorunda kaldığım bir
şey değildi.
Bakışım yine aynı, büyük ve kahverengi gözlere kilitlendi. Daha önce
oturduğu yerde oturuyor ve Jessica ona hala Cullen’larla ilgili yerel dedikoduları
anlattığı için, doğal olarak, bize bakıyordu.
Bizi düşünmek de doğal olurdu.
Ama bir fısıltı bile duyamadım.
Bir yabancıya bakarken yakalanmanın utancından kaçmak için aşağıya
bakarken, davet edici sıcak bir kırmızı, yanaklarını renklendirdi. Jasper’ın hala
pencereden dışarı bakıyor olması iyiydi. Bu serbest kanın, onun kontrolüne ne
yapacağını hayal etmek istemiyordum.
Duyguları yüzünde sanki alnında yazılmış gibi açıktı: kendi türü ve benim
türüm arasındaki hemen göze çarpmayan farkları bilmeden algıladığında şaşkınlık,
Jessica’nın hikayesini dinlediğinde merak ve başka bir şey daha… hayranlık? Bu ilk
olmazdı. Avlarımıza göre güzeldik. Ve son olarak, onu bana bakarken
yakaladığımda utanç.
Yine de, düşünceleri garip gözlerinde – garip, çünkü çok derinlerdi;
kahverengi gözler genelde koyuluklarıyla düz görünürlerdi – çok açık olsa da,
oturduğu yerden sessizlikten başka hiçbir şey duyamıyordum. Hiçbir şey.
Bir an huzursuz hissettim.
Bu daha önce karşılaştığım bir şey değildi. Bende mi bir sorun vardı? Her
zaman hissettiğim gibi hissediyordum. Endişelenerek daha güçlü dinledim.
…ne tür müzik seviyor acaba… belki ona şu yeni CD’den bahsedebilirim… diye
düşünüyordu iki masa ötedeki Mike Newton – Bella Swan’a gözlerini dikerek.
Onu izleyişine bak. Okuldaki kızların yarısının onu beklemesi yetmiyor mu… Eric
Yorkie, kızın etrafında dönen hararetli düşünceler içindeydi.
…çok iğrenç. Ünlü falan olduğunu sanırsın… Edward Cullen bile ona
bakıyor…
Lauren Mallory o kadar kıskançlık içindeydi ki, yüzü koyu yeşil olmalıydı.
Ve Jessica yeni en iyi arkadaşıyla hava atıyor. Ne şaka…Asit gibi sözler kızın
düşüncelerinde dönmeye devam etti.
…Bahse girerim ki herkes ona bunu sormuştur; ama onunla konuşmak isterim. Daha
özgün bir soru düşüneyim…
düşünceleri içindeydi Ashley Dowling.
…belki İspanyolca sınıfımdadır… diye ümitlendi June Richardson.
…bu akşam yapacak bir sürü şey var! Trigonometri ve İngilizce sınavı. Umarım
annem…
Düşünceleri alışılmadık şekilde iyi olan, sessiz kız Angela Weber, masada
bu Bella’yı takıntı haline getirmemiş tek kişiydi.
Hepsini duyabiliyordum, düşündükleri her önemsiz şeyi akıllarından geçtiği
sırada duyabiliyordum; ama aldatıcı şekilde açık görünen gözlere sahip kızdan
hiçbir şey yoktu.
Ve tabii ki, kızın Jessica’yla konuşurken ne söylediğini duyabiliyordum.
Alçak, duru sesini odanın uzak tarafından duyabilmek için akıl okumam
gerekmiyordu.
“Kırmızı-kahverengi saçlı çocuk hangisi?” diye sorduğunu duydum, bana
gözünün kenarından gizlice bakıp, hala onu izlediğimi gördüğünde gözlerini
kaçırarak.
Eğer sesini duymanın ulaşamadığım bir yerde kaybolmuş düşüncelerinin
tonunu saptamama yardım edeceğini ummak için vaktim olsaydı, anında hayal
kırıklığına uğrayacaktım. Genellikle, insanların düşünceleri fiziksel sesleriyle yakın
perdede olurdu; ama bu alçak, utangaç ses yabancıydı, odanın içindeki yüzlerce
düşünceden biri değildi, bundan emindim. Tamamen yeniydi.

 

 

 

Ah, iyi şanslar geri zekalı! diye düşündü Jessica, kızın sorusunu cevaplamadan
önce. “O Edward. Harika tabii ki; ama zamanını boşa harcama. Kimseyle çıkmaz.
Belli ki buradaki kızların hiçbiri onun için yeterince güzel değil.” Burnunu kıvırdı.
Gülüşümü saklamak için kafamı çevirdim. Jessica ve sınıf arkadaşlarının,
hiçbiri bana özellikle çekici gelmediği için ne kadar şanslı olduklarından haberleri
yoktu.
Geçici neşenin altında, tam olarak anlayamadığım garip bir dürtü hissettim.
Jessica’nın düşüncelerindeki, kızın farkında olmadığı fenalıkla bir ilgisi vardı…
Garip şekilde onların arasında girip, bu Bella Swan’ı Jessica’nın aklının karanlık
işleyişinden koruma isteği hissettim. Ne kadar sıra dışı bir duygu. Bu dürtünün
altındaki sebepleri ortaya çıkarmaya çalışarak yeni kızı bir kere daha inceledim.
Muhtemelen sadece uzun zaman önce gömülmüş zayıfı güçlüye karşı koruma
içgüdüsüydü. Kız sınıf arkadaşlarından daha kırılgan görünüyordu. Teni öyle
şeffaftı ki, onu dış dünyadan koruduğuna inanmak güçtü. Soluk, berrak zarın
altındaki damarlarında kanın ritmik akışını görebiliyordum… ama buna
odaklanmamalıydım. Seçtiğim hayatta iyiydim; fakat Jasper kadar susamıştım ve bir
ayartıyı davet etmenin anlamı yoktu.
Kaşlarının arasında, farkında olmadığı hafif bir kıvrım vardı.
Bu inanılmaz derecede sinir bozucuydu! Orada oturmanın, yabancılarla
konuşmanın, ilgi odağı olmanın onun için bir gerilim olduğunu net bir şekilde
görebiliyordum. Utangaçlığını, narin görünümlü omuzlarını tutuşundan – sanki her
an bir saldırı bekliyormuş gibi hafifçe kambur – hissedebiliyordum. Yine de sadece
hissedebiliyor, görebiliyor, hayal edebiliyordum. Bu sıradan insan kızından
sessizlikten başka bir şey gelmiyordu. Hiçbir şey duyamıyordum. Niye?
“Kalkalım mı?” diye mırıldandı Rosalie, konsantrasyonumu bozarak.
Bir ferahlama hissiyle kızdan uzağa baktım. Başarısız olmaya devam etmek
istemiyordum, bu beni rahatsız ediyordu. Ayrıca saklanmış düşüncelerine sadece
benden gizli oldukları için ilgi duymaya başlamak istemiyordum. Ã
žüphesiz,
düşüncelerine ulaştığımda – ve bunu yapmak için bir yol bulacaktım – bütün insan
düşünceleri gibi boş ve değersiz olacaklardı. Onlara ulaşmak için harcadığım çabaya
değmeyeceklerdi.
“Ee, yeni kız henüz birden korkuyor mu?” diye sordu Emmett, hala önceki
sorusuna cevabımı bekleyerek.
Omuz silktim. Daha çok bilgi için bastıracak kadar ilgili değildi. Ben de
olmamalıydım.
Masadan kalktık ve kafeteryadan dışarı çıktık.
Emmett, Rosalie ve Jasper son sınıf rolü yapıyorlardı; dersleri için ayrıldılar.
Ben onlardan daha genç bir rol oynuyordum. Sondan bir önceki sınıf düzeyindeki
Biyoloji sınıfıma doğru ilerledim ve zihnimi sıkıntıya hazırladım. Ortalama bir
zekadan fazlasına sahip olmayan Bay Banner’ın, dersine iki tıp diplomasına sahip
birini şaşırtacak bir şey ekleyebileceğinden şüpheliydim.
Sınıfta sırama yerleştim ve kitaplarımı – rol malzemeleri; içlerinde bilmediğim
hiçbir şey yoktu – masaya saçtım. Kendine ait bir masası olan tek öğrenci bendim.
İnsanlar benden kaçmaları gerektiğini bilecek kadar zeki değildi; ama hayatta kalma  içgüdüleri uzakta durmaları için yeterliydi.
Oda, öğrenciler yemekten döndükçe yavaşça doldu. Arkama yaslandım ve
zamanın geçmesini bekledim. Tekrar, uyuyabilmeyi diledim.
Angela Weber yeni kızla beraber kapıdan içeri girdiğinde, onu düşündüğüm
için ismi dikkatimi çekti.
Bella benim kadar utangaç görünüyor. Bugünün onun için zor olduğuna bahse
girerim. Keşke bir şey söyleyebilseydim… ama muhtemelen sadece kulağa aptal gelir…
Evet! diye düşündü Mike Newton ve kızın girişini izlemek için sırasında
döndü.
Hala, Bella Swan’ın durduğu yerden hiçbir şey yoktu. Düşüncelerinin olması
gereken boşluk beni sinirlendirip cesaretimi kırmıştı.
Öğretmen kürsüsüne gidebilmek için yanımdaki yoldan geçerken yaklaştı.
Zavallı kız; tek boş sıra yanımdaki sıraydı. Otomatik olarak onun tarafındaki
kitaplarımı bir yığın haline getirdim. Burada rahat hissedeceğinden şüpheliydim.
Uzun bir dönem için buradaydı – bu sınıfta en azından. Belki, yanında otururken
sırlarını ortaya çıkarabilirdim… daha önce bu kadar yakınlığa ihtiyacım olduğundan
değil… dinlemeye değecek bir şey bulacağımdan değil…
Bella Swan havalandırmadan bana doğru gelen sıcak havanın içine yürüdü.
Kokusu bana harap edici bir mermi, dövücü bir mancınık gibi çarptı. O zaman
bana ne olduğunu açıklayacak yeterince vahşi bir simge yoktu.
O anda, bir zamanlar olduğum insana hiçbir şekilde yakın değildim; kendimi
gerisinde tuttuğum insanlık maskesinin parçalarından eser yoktu.
Ben bir avcıydım. O benim avımdı. Dünyada bu gerçekten başka hiçbir şey
yoktu.
Görgü tanıklarıyla dolu bir oda yoktu – onlar çoktan kafamdaki paralel
hasarlardı. Düşüncelerinin gizemi unutulmuştu. Bir anlam ifade etmiyorlardı, çünkü
onları düşünmeye uzun süre devam edemeyecekti.
Ben bir vampirdim ve o seksen yıldır kokladığım en tatlı kana sahipti.
Böyle bir kokunun var olabileceğini hiç hayal etmemiştim. Eğer bilseydim,
onu yıllar önce aramaya çıkardım. Onun için bütün gezegeni tarardım. Tadını hayal
edebiliyordum…
Susuzluk boğazımı bir ateş gibi yaktı. Ağzım kurumuş ve kızarmıştı. Taze
zehir akıntısı bu hissi gideremedi. Midem susuzluğun bir yankısı olan açlıkla
büküldü. Kaslarım sıçramak üzere gerildi.
Tam bir saniye geçmemişti. Hala onu rüzgar yönüne getiren adımı atıyordu.
Ayağı yere değdiğinde gözleri bana kaydı, gizlice bakmak istediği belliydi.
Bakışımla buluştu ve gözlerinin büyük aynalarında kendimi gördüm.
Orada gördüğüm yüzün şoku, hayatını birkaç sıkıntılı an kadar uzattı.
Bunu kolaylaştırmadı. Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde, kan yine yanaklarına
hücum edip, tenini gördüğüm en nefis renge boyadı. Koku, beynimde yoğun bir
sisti. İçinden zorlukla düşünebiliyordum. Düşüncelerim köpürmüştü, kontrole
direniyorlardı, tutarsızlardı.
Kaçması gerektiğini anlamış gibi, şimdi daha hızlı yürüyordu. Acelesi onu
sakarlaştırmıştı – ayağı takıldı ve sendeledi, neredeyse önümde oturan kızın üzerine
düşüyordu. Savunmasız, zayıf. Bir insana göre normal olandan bile daha fazla.
Gözlerinde gördüğüm yüze odaklanmaya çalıştım, tiksinerek hatırladığım
yüze, içimdeki canavarın yüzüne – yıllarca çaba gösterip, katı disiplinle yendiğim
yüze. Ã
žimdi ne kadar da kolayca yüzeye sıçramıştı!
Koku yine düşüncelerimi dağıtarak ve beni neredeyse sıramdan iterek
etrafımda döndü.
Hayır.
Kendimi sandalyede tutmaya çalışırken elim masanın kenarını kavradı. Tahta
yeteri kadar dayanıklı değildi. Elim desteği ezdi ve bir avuç dolusu kıymıkla geri
geldi, kalan tahtada parmaklarımın şeklini bıraktı.
Delili yok et. Bu esas kuraldı. Ã
žeklin kenarlarını parmaklarımla çabucak toz
haline getirdim, masada düzensiz bir delik ile yerde ayaklarımla dağıttığım bir yığın
talaş dışında hiçbir şey bırakmadım.
Delili yok et. Tamamlayıcı hasar…
Ã
žimdi ne olacağını biliyordum. Gelip yanıma oturmak zorunda kalacaktı ve
ben onu öldürmek zorunda kalacaktım.
Sınıftaki masum izleyicilerin, on sekiz başka çocuk ve bir adamın, yakında
görecekleri şeyi gördükten sonra odadan çıkmalarına izin verilemezdi.
Yapmak zorunda olduğum şeyin düşüncesinden korktum. En kötü
zamanımda bile, hiç böyle bir vahşet işlememiştim. Seksen yıl içinde asla masumları
öldürmemiştim ve şimdi yirmi tanesini aynı anda katletmeyi planlıyordum.
Aynadaki canavarın yüzü benimle alay etti.
Bir yarım canavardan ürküp kaçarken bile, diğer yarım plan yapıyordu.
Eğer ilk önce kızı öldürürsem odadaki insanlar tepki vermeden on beş – yirmi
saniyem olacaktı. Belki biraz daha uzun, eğer başta ne yaptığımı anlamazlarsa. Çığlık
atmaya ya da acı hissetmeye vakti olmayacaktı; onu zalimce öldürmeyecektim.
Korkunç derecede çekici kana sahip bu yabancıya verebileceğimin en fazlası buydu.
Ama sonra kalanların kaçmasını engellemem gerekecekti. Pencereler kimsenin
kaçamayacağı kadar küçük ve yüksekti. Sadece kapı – onu tut ve hepsi kapana
kısılsın.
Panikle mücadele eder ve karmaşa içinde hareket ederlerken hepsini birden
öldürmek daha yavaş ve zor olacaktı. İmkansız değildi; ama çok fazla ses çıkacaktı.
Bir sürü çığlığa vakit olacaktı. Birileri duyacaktı… ve ben bu kara saatte daha çok
masumu öldürmeye zorlanacaktım.
Ayrıca ben diğerlerini öldürürken, onun kanı soğuyacaktı.
Koku, boğazımı susatıcı acıyla keserek beni cezalandırdı.
O zaman görgü tanıklarından başlayacaktım.
Aklımda haritasını yaptım. Odanın ortasında, arkadaki en uzak sıradaydım.
Sağ yanımı önce hallederdim. Saniyede dört ya da beş tanesinin boynunu
kırabileceğimi tahmin ediyordum. Sesli olmazdı. Sağ kısım şanslı olan taraftı; benim
geldiğimi görmezlerdi. Öne doğru hareket edip sol tarafa dönerek, bu odadaki her
hayatı sonlandırmam en fazla beş saniyemi alırdı.
Bella Swan’ın onun için neyin geldiğini görmesine yetecek kadar uzundu.
Korkmasına yetecek kadar uzundu. Belki, eğer şok onu olduğu yerde dondurmazsa
bir çığlık atmasına yetecek kadar uzundu. Bir yumuşak çığlık kimseyi koşturmazdı.
Derin bir nefes aldım. Koku, kuru damarlarımda yarışan bir alevdi. Göğsümü
sahip olduğum daha iyi her dürtüyü kül ederek yakıyordu.
Ã
žimdi yeni dönüyordu. Birkaç saniye içinde benden santimler öteye
oturacaktı.
Kafamdaki canavar beklentiyle gülümsedi.
Solumda, biri bir dosyayı sertçe kapattı. Ölüme mahkum hangi insan
olduğunu görmek için bakmadım; ama bu hareket yüzüme doğru normal, kokusuz
hava gelmesini sağladı.
Kısa bir saniye için, net şekilde düşünebilmiştim. Bu değerli saniyede, kafamın
içinde yan yana iki yüz gördüm.
Biri benimdi, ya da eskiden benimdi: Çok insan öldüren, öyle ki sayısını
saymayı bıraktığım kırmızı gözlü canavar. Mantıklı kılınan, dayanağa sahip
cinayetler. Bir katil katili, daha güçsüz canavarların katili. Bir ilah karışımıydı, bunu
kabul ediyordum – kimin idam cezası hak ettiğine karar veriyordu. Ödün vererek
kendimle yaptığım bir anlaşmaydı bu. İnsan kanıyla beslenmiştim; ama sadece en
gevşek tanımla. Kurbanlarım, çeşitli karanlık zevkleriyle, benden daha fazla insan
değillerdi.
Diğer yüz Carlisle’ındı.
İki surat arasında hiçbir benzerlik yoktu. Biri parlak gündü ve diğeri en
karanlık geceydi.
Bir benzerlik olması için sebep yoktu. Carlisle benim biyolojik olarak babam
değildi. Ortak hatlar paylaşmıyorduk. Rengimizdeki benzerlik, olduğumuz şeyin bir
sonucuydu; bütün vampirler aynı buz beyazı tene sahipti. Gözlerimizin rengindeki
benzerlik ayrı bir şeydi – ortak seçimin bir yansıması.
Ve yine de bir benzerlik için kaynak olmasa da, seçimini benimsediğim ve
adımlarını takip ettiğim son yetmiş yılda, yüzümün onunkini yansıtmaya başladığını
düşünmüştüm. Hatlarım değişmemişti; ama bana, bilgeliğinin birazı ifademi
işaretlemiş, merhameti ağzımın şeklinde izlenebiliyormuş ve sabrının işaretleri
kaşlarımda belirgin gibi gelmişti.
Bütün bu küçük gelişmeler, canavarın yüzünde kaybolmuştu. Kısa bir süre
içinde, yaratıcımla, sayılan her şekilde babam olan akıl hocamla geçirdiğim yılları
yansıtacak hiçbir şey kalmayacaktı. Gözlerim şeytanınki gibi kırmızı parlayacaktı;
bütün benzerlik sonsuza dek kaybolacaktı.
Kafamda, Carlisle’ın gözleri beni yargılamıyordu. Yapacağım bu korkunç
davranış için beni affedeceğini biliyordum, çünkü beni seviyordu, çünkü aslında
olduğumdan daha iyi olduğumu düşünüyordu ve ona yanıldığını kanıtladığımda
bile, beni yine sevecekti.
Bella Swan yanımdaki sandalyeye oturdu, hareketleri tutuk ve sakardı
– korkuyla mı? – ve kanının kokusu, etrafımda acımasız bir bulut haline geldi.
Babama benim hakkımda yanıldığını kanıtlayacaktım. Bu durumun ıstırabı
neredeyse boğazımdaki ateş kadar acıttı.
Tiksinerek kızdan uzaklaştım – onun için sızlanan canavar isyan etti.
Niye buraya gelmek zorundaydı? Niye var olmak zorundaydı? Niye aslında
hayat olmayan bu şeyde bulduğum küçücük huzuru bozmak zorundaydı? Bu
çileden çıkartıcı insan niye doğmuştu? Beni mahvedecekti.
Ani bir şiddetle, mantıksız nefret beni baştan aşağı sararken yüzümü
çevirdim.
Bu yaratık kimdi? Niye ben, niye şimdi? Sadece o, ortaya çıkmak için bu
ihtimali düşük kasabayı seçti diye niye ben her şeyi kaybetmek zorundaydım?
Niye buraya gelmişti!
Bir canavar olmak istemiyordum! Bir oda dolusu zararsız çocuğu öldürmek
istemiyordum! Ömür boyu fedakarlık ve inkarla kazandığım her şeyi kaybetmek
istemiyordum!
Yapmayacaktım. Bana bunu yaptıramayacaktı.
Problem kokuydu, kanının korkunç derecede çekici kokusuydu. Eğer karşı
koymanın sadece bir yolu olsaydı… keşke başka bir temiz hava dalgası zihnimi
berraklaştırabilseydi.
Bella Swan, uzun, gür, kızıl kahverengi saçlarını benim yönüme doğru salladı.
Delirmiş miydi? Canavarı kışkırtıyor gibiydi, onunla alay ediyor gibi.
Kokuyu benden uzağa üfleyecek hiçbir yardımsever esinti yoktu. Hepsi kısa
sürede yok olacaktı.
Hayır, hiç yardımcı esinti yoktu; ama nefes almak zorunda değildim.
Ciğerlerime dolan havayı durdurdum. Rahatlık aniydi; ama yarımdı.
Kokunun anısı hala kafamdaydı ve tadı dilimdeydi. Böyle bile, çok uzun süre karşı
koyamayacaktım; ama belki bir saatliğine yapabilirdim. Bir saat. Belki kurban olmak
zorunda olmayan kurbanlarla dolu bu odadan çıkmaya yetecek kadar zaman.
Nefes almamak rahatsız edici bir histi. Vücudumun oksijene ihtiyacı yoktu;
ama bu içgüdülerime ters düşüyordu. Gerginlik anlarında koku alma duyuma
diğerlerinden daha çok güvenirdim. Avda yolu gösterirdi, tehlike durumunda ilk
uyarıydı. Benim kadar tehlikeli bir şeye sık sık rastlamazdım; ama kendini koruma
içgüdüsü, benim türümde sıradan bir insanınki kadar güçlüydü.
Rahatsız edici; ama idare edilebilir. Onun kokusunu alıp, dişlerimi ince,
saydam ve nefis teninden, sıcak, ıslak, nabzı atan–
Bir saat! Sadece bir saat. O kokuyu, o tadı kesinlikle düşünmemeliydim.

 

 

Sessiz kız saçlarını aramıza koydu, dosyasına doğru dökülmesi için öne eğildi.
Yüzünü göremiyordum, berrak, derin gözlerindeki duyguları okumaya
çalışamıyordum. Buklelerini aramıza yaymasının sebebi bu muydu? O gözleri
benden saklamak mı? Korkudan? Utançtan? Sırlarını benden gizli tutmak için?
Sessiz düşüncelerinden doğan eski rahatsızlığım, şimdi beni ele geçiren
ihtiyaçtan – ayrıca nefretten – çok daha zayıftı. Yanımdaki narin kadın-çocuktan
nefret ediyordum, ondan eski halime sarılışımın, aileme olan sevgimin, olduğumdan
daha iyi biri olmaya dair hayallerimin bütün hararetiyle nefret ediyordum. Ondan
nefret etmek, bana hissettirdiklerinden nefret etmek – bu biraz yardımcı oldu. Evet,
daha önce hissettiğim rahatsızlık zayıftı; ama o da biraz yardım etti. Beni onun tadını
hayal etmekten alıkoyacak her türlü duyguya sarıldım.
Nefret ve rahatsızlık. Sabırsızlık. Şu saat hiç geçmeyecek miydi?
Ve sonra ders bittiğinde… bu odadan çıkardı… ve ben ne yapardım?
Kendimi tanıtırdım.
Merhaba, benim adım Edward Cullen. Sana bir sonraki sınıfına
kadar eşlik edebilir miyim?

Evet derdi. Yapılacak nazik hareket buydu. Benden şimdiden korkar ve
şüphelenirken bile, adete uyarak yanımda yürürdü. Onu yanlış tarafa yönlendirmek
kolay olmalıydı. Park yerinin arkasına oraya dokunmak için uzanan bir parmak gibi
yakın olan ormana. Ona kitabımı arabamda unuttuğumu söyleyebilirdim…
Birileri son kez birlikte görüldüğü insanın ben olduğumu fark eder miydi?
Her zamanki gibi yağmur yağıyordu; yanlış yöne giden yağmurluklu iki kişi çok
fazla dikkat çekmez ya da beni ele vermezdi.
Tabii bugün onun farkında olan tek öğrencinin ben olmadığımı saymazsak –
kimse benim kadar olmasa da. Özellikle Mike Newton, o sandalyesinde huzursuzca
kıpırdanırken – bana yakın olmaktan rahatsızdı, tıpkı herkesin olacağı gibi, tıpkı
kokusu bütün merhametli endişemi yok etmeden önce beklediğim gibi – her
hareketinin bilincindeydi. Eğer kız sınıftan benimle çıkarsa Mike Newton bunu fark
ederdi.
Eğer bir saat dayanabilirsem, iki saat dayanabilir miydim?
Yanmanın acısından korktum.
Boş bir eve gidecekti. Polis Şefi Swan tüm gün çalışıyordu. Bu küçük
kasabadaki bütün evleri bildiğim gibi gibi, onun evini de biliyordum. Ormanın
hemen yanındaydı, yakın komşu yoktu. Çığlık atmaya vakti olsa bile, ki olmayacaktı,
duyacak kimse olmazdı.
Bu işle ilgilenmenin sorumlu yolu buydu. İnsan kanı olmaksızın yetmiş yıl
idare etmiştim. Eğer nefesimi tutarsam, iki saat daha dayanabilirdim. Onu yalnız
yakaladığımda, başka kimsenin incinme riski olmayacaktı. Ve deneyim sırasında acele
etmek için de hiçbir sebep yok, diye katıldı kafamın içindeki canavar.
Bu odadaki on dokuz insanı çaba ve sabırla kurtararak, bu masum kızı
öldürdüğümde daha az canavar olacağımı düşünmek saçmaydı.
Ondan nefret etsem de, bunun adaletsiz olduğunu biliyordum. Aslında
kendimden nefret ettiğimi biliyordum ve o öldüğünde ikimizden de çok daha fazla
nefret edecektim.
Bir saati bu şekilde geçirdim – onu öldürmenin en iyi yollarını hayal ederek.
Asıl eylemi düşlememeye çalıştım. Bana fazla gelebilirdi; bu savaşı kaybedip
görüşümdeki herkesi öldürebilirdim. O yüzden stratejiden başka hiçbir şey
planlamadım.
Bir kere, sona doğru, saçlarıyla ördüğü duvardan bana baktı. Bakışıyla
buluştuğumda benden yayılan adaletsiz nefreti hissedebiliyordum – onun korkmuş
gözlerinde bunun yansımasını görebiliyordum. Kan, o yüzünü tekrar saklayamadan
önce yanağını renklendirdi ve ben neredeyse mahvolmuştum.
Ama zil çaldı. Zil kurtardı – ne kadar da klişe. İkimiz de kurtulduk. O
ölümden kurtuldu. Bense sadece kısa bir süreliğine korktuğum ve nefret ettiğim o
kabus gibi yaratığa dönüşmekten kurtuldum.
Odadan dışarı fırlarken, gerektiği kadar yavaş yürüyemedim. Eğer biri bana
bakıyor olsaydı, hareket edişimde bir yanlışlık olduğundan şüphelenebilirlerdi.
Kimse bana dikkat etmiyordu. Bütün insan düşünceleri, bir saatten biraz kısa bir
süre içinde ölmeye hükümlü kızın etrafında dönüyordu.
Arabama saklandım.
Kendimi saklanmak zorunda kalmış olarak düşünmekten hoşlanmazdım.
Kulağa ne kadar ödlekçe geliyordu… ama şüphesiz, şimdi durum buydu.
Şu anda insanların arasında olmama yetecek kadar disipline sahip değildim.
Birini öldürmemek için bu kadar odaklanmam, diğerlerine karşı gelmem için bana
kaynak bırakmıyordu. Bu ne büyük bir israf olurdu. Eğer canavara boyun
eğeceksem, yenilgiye değecek hale getirebilirdim.
Genelde beni sakinleştiren bir CD çaldım; ama çok az işe yaradı. Hayır, en çok
yardım eden, açık pencerelerimden hafif yağmurla birlikte giren serin, ıslak ve temiz
havaydı. Bella Swan’ın kanını kusursuz netlikle hatırlamama rağmen, temiz havayı
içime çekmek, bunun enfeksiyonunu vücudumdan yıkamak gibiydi.
Aklım yine başımdaydı. Tekrar düşünebilirdim ve tekrar savaşabilirdim.
Olmak istemediğim şeye karşı savaşabilirdim.
Evine gitmek zorunda değildim. Onu öldürmek zorunda değildim. Açıkça,
mantıklı, düşünebilen bir yaratıktım ve seçeneğim vardı. Her zaman bir seçenek
vardı.
Sınıftaki gibi hissettirmiyordu… ama şimdi ondan uzaktaydım. Belki, eğer
ondan çok çok dikkatle kaçarsam hayatımın değişmesine gerek kalmazdı. İşler
istediğim şekilde düzenliydi. Niye böle çileden çıkarıcı ve leziz birinin bunu
mahvetmesine izin verecektim ki?
Babamı hayal kırıklığına uğratmak zorunda değildim. Annemin gerginlik,
endişe… acı çekmesine sebep olmak zorunda değildim. Evet, bu beni evlat edinmiş
annemi de incitirdi ve Esme çok nazik, çok duygusal ve yumuşaktı. Onun gibi birine
acı çektirmek kesinlikle affedilemezdi.
Bu insan kızını Jessica Stanley’nin art niyetli düşüncelerinin küçük, dişsiz
tehdidinden korumak istemem ne kadar ironikti. Isabella Swan için bir koruyucu
olabilecek son kişi bendim. Asla herhangi bir şeyden, benden ihtiyacı olduğu kadar
korunmaya gereksinimi olmayacaktı.
Aniden Alice’in nerede olduğunu merak ettim. Swan kızını pek çok şekilde
öldürdüğümü görmemiş miydi? Niye yardım etmeye gelmemişti – beni durdurmaya
ya da kanıtları yok etmeye, hangisi olursa? Jasper’la ilgili sorunları izlemeye
dikkatini öyle vermişti ki, bu çok daha korkunç ihtimali kaçırmış mıydı?
Düşündüğümden daha mı güçlüydüm? Kıza gerçekten hiçbir şey yapmayacak
mıydım?
Hayır. Bunun doğru olmadığını biliyordum. Alice mutlaka Jasper’a çok fazla
odaklanıyor olmalıydı.
Olacağını bildiğim yönü, İngilizce sınıfları için kullanılan küçük binayı
taradım. Tanıdık ‘sesi’ni bulmam uzun sürmedi. Ve haklıydım. Her düşüncesi
Jasper’a dönüktü, en ufak kararlarını dakika dakika takip ediyordu.
Ona akıl danışabilmeyi diledim; ama aynı zamanda ne yapabileceğimi
bilmediğinden memnundum, son bir saatte düşündüğüm katliamın farkında
olmamasından.
Vücudumda yeni bir yanma hissettim – utanç. Hiçbirinin bilmesini
istemiyordum.
Eğer Bella Swan’dan kaçabilirsem, eğer onu öldürmemeyi başarabilirsem –
bunu düşündüğümde bile, canavar kıvrandı ve dişlerini sinirle gıcırdattı – o zaman
kimsenin bilmesine gerek kalmazdı. Eğer onun kokusundan uzak durabilirsem…
En azından niye denemeyeceğime dair hiçbir sebep yoktu. İyi bir seçim
yapmayı, Carlisle’ın olduğumu düşündüğüm kişi olmayı.
Okulun son saati neredeyse bitmişti. Yeni planımı hemen harekete geçirmeye
karar verdim. Burada, yanımdan geçip beni tekrar mahvedebileceği yerde
oturmaktan iyiydi. Yine, kıza haksız bir nefret hissettim. Üzerimde sahip olduğu bu
bilinçsiz güçten nefret ettim. Beni hakaret ettiğim bir şeye dönüştürebilmesinden
nefret ettim.
Küçük kampüsten ofise doğru hızla yürüdüm – biraz fazla hızla; ama tanık
yoktu. Bella Swan’ın yolunun benimle kesişmesi için hiçbir sebep yoktu. Olduğu bela
gibi kaçınılacaktı.
Ofis görmek istediğim sekreter dışında boştu.
Sessiz girişimi fark etmedi.
“Bayan Cope?”
Doğal olmayan kırmızı saçlara sahip kadın baktı ve gözleri büyüdü.
Anlamadıkları küçük işaretler onları hep hazırlıksız yakalardı, bizi daha önce ne
kadar çok görmüş olsalar da.
“Ah.” dedi şaşırıp, zorlukla soluyarak. Bluzunu düzeltti.
Aptal, diye düşündü
kendi kendine.
O neredeyse benim çocuğum olacak kadar genç. Böyle düşünmek için çok
genç…
“Merhaba Edward. Senin için ne yapabilirim?” Kalın gözlüklerinin arkasında
kirpikleri titredi.
Rahatsız edici. Ama olmak istediğim zaman nasıl çekici olabileceğimi
biliyordum. Hangi ses tonuyla konuşacağımı, hangi hareketleri yapacağımı bildiğim
için kolaydı.
Öne doğru eğilip, derinliksiz, küçük kahverengi gözlerine derin derin
bakıyormuş gibi bakışıyla buluştum. Düşünceleri şimdiden heyecan içindeydi. Bu
basit olmalıydı.
“Bana ders programımla ilgili yardım edip edemeyeceğinizi merak
ediyordum.” dedim insanları korkutmamak için ayırdığım yumuşak sesle.
Kalbinin temposunun arttığını duydum.
“Tabii ki Edward. Nasıl yardımcı olabilirim?”
Çok genç, çok genç, diye
tekrarladı. Yanılıyordu tabii ki. Ben onun büyükbabasından daha yaşlıydım; ama
ehliyet belgeme göre, haklıydı.
“Acaba biyoloji sınıfımdan son sınıf seviyesinde fen dersine geçebilir miyim?
Fizik, mesela?”
“Bay Banner’la bir problem mi var Edward?”
“Hayır, sadece ben bu konuları zaten işlemiştim…”
“Alaska’da gittiğiniz hızlandırılmış okulda, doğru.” Bunu düşünürken ince
dudakları büzüldü.
Hepsi üniversitede olmalılar. Öğretmenlerin şikayet ettiğini hiç
duymadım. Muhteşem notlar, cevap verirken tereddüt yok, testlerde hiç yanlış cevap yok –
sanki her konuda hile yapmanın bir yolunu bulmuşlar gibi. Bay Varner bir öğrencinin ondan
daha zeki olduğunu düşünmektense, hile yapıldığına inanmayı tercih eder… Annelerinin
onlara özel ders verdiğine bahse girerim…
“Aslına bakarsan Edward, Fizik şu anda
oldukça dolu. Bay Banner bir sınıfta yirmi beşten fazla öğrenci olmasından nefret
eder–”
“Ben problem çıkarmam.”
Tabii ki hayır. Kusursuz bir Cullen çıkarmaz. “Bunu biliyorum Edward; ama şu
anki haliyle sıralar tam yetiyor…”
“O zaman dersi bırakabilir miyim? O saati kendim çalışmak için
kullanabilirim.”
“Biyolojiyi bırakmak mı?” Ağzı şaşkınlıkla açıldı.
Bu delice. Bildiğin bir konuyu
oturup dinlemek ne kadar zor? Mutlaka Bay Banner’la ilgili bir problem olmalı. Acaba Bob’la
bu konuda konuşmalı mıyım?
“Mezun olmak için yeterli kredin olmaz.”
“Seneye tamamlarım.”
“Belki de bunun hakkında ailenle konuşmalısın.”
Arkamda kapı açıldı; ama gelen her kimse beni düşünmüyordu, o yüzden
görmezden gelip Bayan Cope’a odaklandım. Biraz daha yakına eğildim ve gözlerimi
daha büyük tuttum. Bu, eğer siyah yerine altın rengi olsalardı daha iyi işlerdi.
Siyahlık, olması gerektiği gibi insanları korkuturdu.

 

 

 

 

“Lütfen Bayan Cope?” Sesimi olabildiği kadar yumuşak ve zorlayıcı tuttum –
ve oldukça zorlayıcı olabildi. “Geçebileceğim başka bir bölüm yok mu? Birinde boş
yer olması gerektiğinden eminim? Altıncı saat Biyoloji tek seçenek olamaz…”
Dişlerimi çok geniş gösterip onu korkutmamaya dikkat ederek gülümsedim,
ifadenin yüzümü yumuşatmasına izin verdim.
Kalbi daha hızlı atmaya başladı.
Çok genç, diye hatırlattı kendine. “Peki, belki
Bob – yani Bay Banner’la konuşabilirim. Bir bakarım–”
Bir saniye aldı, her şeyin değişmesi: odadaki hava, buradaki görevim, bu kızıl
saçlı kadına doğru eğilmiş olma sebebim… Daha önce bir amaç için olanlar, şimdi
başka bir amaç içindi.
Samantha Wells’in kapıyı açıp, yandaki sepete imzalı bir geç kağıdını koyarak,
okuldan uzaklaşmak için aceleyle çıkması bir saniye aldı. Açık kapıdan gelen
rüzgarın bana çarpması bir saniye aldı. Kapıdaki ilk kişinin beni niye düşünceleriyle
bölmediğini anlamam bir saniye aldı.
Emin olmak için gerekmemesine rağmen döndüm. Bana karşı isyan eden
kaslarımı kontrol etmek için savaşarak, yavaşça döndüm.
Bella Swan sırtı kapının yanındaki duvara yaslı, elinde bir kağıtla orada
duruyordu. Benim vahşi, merhametsiz bakışımla karşılaştığında gözleri normalden
daha da büyüdü.
Kanının kokusu bu küçük, sıcak odadaki havanın her parçasına işlemişti.
Boğazım alevler içinde yarıldı.
Canavar, kızın gözlerindeki aynadan yine bana öfkeyle baktı, kötünün
maskesi.
Elim tezgahın üzerindeki havada tereddüt etti. Uzatıp Bayan Cope’un
kafasını, masasına onu öldürmeye yetecek kuvvetle çarpmam için geri bakmam
gerekmiyordu. İki hayat, yirmi tanesi yerine. Bir takas.
Canavar heyecanla, açlıkla bunu yapmamı bekledi.
Ama her zaman bir seçenek vardı - olmak zorundaydı.
Akciğerlerimin hareketini kestim ve gözlerimin önüne Carlisle’ın yüzünü
yerleştirdim. Bayan Cope’a döndüm ve yüz ifademin değişimine olan iç şaşkınlığını
duydum. Benden geri çekildi; ama korkusu tutarlı kelimelere dökülmedi.
Kendimi inkar ederek öğrendiğim bütün kontrolü kullanarak yüzümü normal
ve yumuşak hale getirdim. Akciğerlerimde sadece bir kere daha konuşacak hava
kalmıştı, kelimeler aceleyle döküldü.
“Boş verin o zaman. İmkansız olduğunu görebiliyorum. Yardımınız için çok
teşekkür ederim.”
Döndüm ve kendimi odadan dışarı attım, santimler ötesinden geçerken kızın
sıcak kanlı vücudunun ısısını hissetmemeye çalıştım.
Arabama gidene kadar çok hızlı hareket ettim ve durmadım. İnsanların çoğu
çoktan gitmişti, o yüzden pek tanık yoktu. Birinci sınıflardan biri, D.J. Garrett fark
etti ve sonra aldırmadı.
Cullen nereden geldi – havadan belirmiş gibi… İşte, yine hayal gücüm. Annem her
zaman der ki…

Volvo’ma girdiğimde, diğerleri zaten oradaydı. Nefes alıp verişimi kontrol
etmeye çalıştım; ama boğulmuş gibi, temiz havada soluk soluğaydım.
“Edward?” dedi Alice, sesinde endişeyle.
Ona sadece kafamı salladım.
“Sana ne oldu böyle?” diye sordu Emmett, dikkati o anlığına Jasper’ın rövanş
modunda olmadığı gerçeğinden dağılarak.
Cevap vermek yerine arabayı çalıştırdım. Bella Swan beni buraya kadar da
takip etmeden önce bu park yerinden gitmek zorundaydım. Benim kişisel şeytanım,
yakamı bırakmayan… Arabayı döndürdüm ve hızlandırdım. Yoldayken kırk mile
çıktım. Köşeyi dönmeden önce yetmişteydim.
Bakmadan Emmett, Rosalie ve Jasper’ın Alice’e döndüğünü biliyordum. Alice
omuzlarını silkti. Ne olduğunu göremiyordu, sadece ne geldiğini görebiliyordu.
Bana doğru baktı. İkimiz de kafasında gördüğü şeyi izledik ve ikimiz de
şaşırdık.
“Gidiyorsun?” diye fısıldadı.
Diğerleri şimdi bana bakıyordu.
“Öyle mi?” diye tısladım dişlerimin arasından.
Çözümüm bocalar ve başka bir seçim, geleceğimi daha karanlık bir yola
yönlendirirken, gördü.
“Ah.”
Bella Swan, ölü. Benim gözlerim, taze kanla parlak kırmızı. Takip edecek
arama. Bizim için güvenli olmasını bekleyip tekrar başlayacağımız zaman…
“Ah.” dedi tekrar. Görüntü daha da ayrıntılı hale geldi. Ã
žef Swan’ın evinin
içini ilk defa gördüm, Bella’yı sarı dolaplı küçük mutfakta gördüm, onu gölgelerden
takip ederken… kokusunun beni ona çekmesine izin verirken… sırtı bana dönüktü…
“Dur!” dedim, daha fazla katlanamayıp, inleyerek.
“Özür dilerim.” diye fısıldadı, gözleri büyümüştü.
Canavar neşelendi.
Ve sonra kafasındaki görüntü tekrar değişti. Gece, boş bir yol, yanındaki
ağaçlar karla kaplı, saatte neredeyse iki yüz mille geçerken.
“Seni özleyeceğim.” dedi. “Ne kadar kısa zaman için gidiyor olursan ol.”
Emmett ve Rosalie birbirlerine endişeyle baktılar.
Eve giden yola girmek üzereydik.
“Bizi burada bırak.” dedi Alice. “Carlisle’a kendin söylemelisin.”
Başımı salladım ve araba aniden durdu.
Emmett, Rosalie ve Jasper sessizce çıktılar; ben gittiğimde Alice’e durumu
açıklatacaklardı. Alice omzuma dokundu.
“Doğru olanı yapacaksın.” diye mırıldandı. Bu sefer bir görüş değildi – bir
emirdi. “O Charlie Swan’ın tek ailesi. Bu onu da öldürür.”
“Evet.” dedim sadece son kısmına katılarak.
Kaşları endişeyle birleşerek diğerlerine katılmak için dışarı çıktı. Ben arabayı
döndürene kadar, ağaçların içinde görüşümden kaybolmuşlardı.
Kasabaya doğru hızlandım ve Alice’in kafasındaki görüşlerin, bir karanlık bir
parlak olarak değiştiğini biliyordum. Forks’a doğru doksanla hızlanırken, nereye
gittiğimden emin değildim. Babama veda etmeye mi? Yoksa içimdeki canavarı
kucaklamaya mı? Yol, tekerleklerimin altında hızla kaydı.

 

 

AÇIK KİTAP

 

Sırtımı kar yığınının arkasına yasladım ve kuru pudra ağırlığımın etrafında yeniden
şekillendi. Tenim etrafımdaki havayla uyum sağlamak için soğumuştu, altımdaki
küçük buz parçalarını kadife gibi hissediyordum.
Üstümdeki gökyüzü duruydu, bazı yerlerde mavi, bazı yerlerde sarı olarak
ışıyan yıldızlarla parlaktı. Siyah evrende şahane, dönen şekiller yaratmışlardı –
mükemmel bir görüntü. Harika güzellikle. Ya da, harika güzellikte olurdu. Olurdu,
eğer gerçekten görebiliyor olsaydım.
Hiç iyiye gitmiyordu. Altı gün geçmişti, altı gün bu boş Denali sahrasında
saklanmıştım; ama özgürlüğe, onun kokusunu yakaladığım anda olduğumdan daha
yakın değildim.
Mücevherlerle dolu gökyüzüne baktığım zaman, sanki güzellikleriyle
gözlerim arasında bir engel var gibiydi. Bu engel bir yüzdü, sadece sıradan bir insan
yüzü; fakat onu aklımdan çıkaramıyordum.
Yaklaşan düşünceleri, onlara eşlik eden ayak seslerinden önce duydum.
Hareketin sesi pudranın üzerinde sadece hafif bir fısıltıydı.
Tanya’nın beni buraya kadar takip etmesine şaşırmamıştım. Son birkaç
gündür, şimdi yaklaşan bu konuşma üzerine düşündüğünü ve ne söyleyeceğinden tam olarak emin olana kadar ertelediğini biliyordum.
Yaklaşık altmış yarda ötede, siyah bir kayanın üzerine sıçrayıp, çıplak
ayaklarıyla dengesini sağlarken görüş alanıma girdi.
Tanya’nın teni yıldızların ışığı altında gümüştü ve uzun sarı bukleleri soluk
bir şekilde parıldıyordu, çilek rengi tonuyla neredeyse pembeydi. Kehribar gözleri, o,
kara yarı gömülü halde beni izlerken parıldadı ve dolgun dudakları bir
gülümsemeyle uzadı.
Harika. Eğer gerçekten görebiliyor olsaydım. İç çektim.
Kayanın tepesinde, parmak uçları taşa dokunarak çömeldi, vücudu gerildi.
Top güllesi, diye düşündü.
Kendini havaya fırlattı; şekli yıldızlarla benim arama girdiği sırada karanlık,
dönen bir gölgeye dönüştü. Tam yanımdaki kar yığınına yaklaştığı zaman top
halinde kıvrıldı.
Etrafımda bir tipi uçtu. Tüye benzeyen buz kristalleri altına gömüldüğümde
yıldızlar karardı.
Tekrar iç çektim; ama kendimi yukarı çıkarmak için hiçbir harekette
bulunmadım. Karın altındaki siyahlık ne acıtıyor, ne de görüşümü geliştiriyordu.
Hala aynı yüzü görüyordum.
“Edward?”
Tanya beni hızlıca çıkartırken kar yine uçuyordu. Gözlerimle pek
buluşmadan, hareketsiz yüzümden kar tanelerini silkeledi.
“Özür dilerim.” dedi mırıldanarak. “Ã
žakaydı.”
“Biliyorum. Komikti.”
Ağzı aşağı doğru kıvrıldı.
“İrina ve Kate seni yalnız bırakmam gerektiğini söylediler. Seni rahatsız
ettiğimi düşünüyorlar.”
“Hayır, hiç etmiyorsun.” diye güvence verdim. “Aksine, kaba olan benim –
fena halde kaba. Çok özür dilerim.”
Eve gidiyorsun değil mi? diye düşündü.
“Henüz buna… tam olarak… karar vermedim.”
Ama burada kalmıyorsun. Düşünceleri şimdi dalgındı, hüzünlü.
“Hayır… yardımcı oluyor gibi görünmüyor.”
Yüzünü buruşturdu. “Bu benim suçum değil mi?”
“Tabii ki hayır.” dedim yumuşakça yalan söyleyerek.
Centilmenlik yapma.
Gülümsedim.
Rahatsız olmana neden oluyorum, diye suçladı.
“Hayır.”
Kaşını kaldırdı, ifadesi o kadar kuşkuluydu ki, gülmek zorunda kaldım. Başka
bir iç çekişin takip ettiği kısa bir kahkaha.
“Pekala.” diye itiraf ettim. “Biraz.”
O da iç çekti ve çenesini ellerine aldı. Düşünceleri üzüntülüydü.
“Yıldızlardan binlerce kez daha güzelsin Tanya. Tabii, zaten bunun
farkındasın. İnadımın kendine olan güvenini yok etmesine izin verme.”
“Reddedilmeye alışık değilim.” diye homurdandı, dudağını alımlı bir şekilde
büktü.
“Kesinlikle.” dedim, binlerce başarılı fethi hızla kafasından geçerken
düşüncelerini engellemeye çalışarak. Tanya insan erkeklerini tercih ederdi –
yumuşak ve sıcak olma avantajı ile beraber, daha çoklardı ve kesinlikle daha
isteklilerdi.
“Succubus(Geceleyin kadın şeklinde erkeklerin rüyasına girip onlarla cinsel münasebette bulunan dişi şeytan.).” dedim alayla, kafasında belirmeye devam eden görüntüleri
bölme umuduyla.
Dişlerini göstererek sırıttı. “Orijinal.”
Carlisle’ın aksine, Tanya ve kardeşleri bilinçlerini yavaş yavaş keşfetmişlerdi.
Sonunda, onları kan dökmeye karşı getiren etken insan erkeklerine olan
düşkünlükleri olmuştu.
“Buraya geldiğinde,” dedi yavaşça. “Ben sandım ki…”
Ne düşündüğünü biliyordum ve böyle hissedeceğini tahmin etmem gerekirdi;
ama geldiğimde çözümsel düşünmek için en iyi halimde değildim.
“Fikrimi değiştirdiğimi düşündün.”
“Evet.” Kaşlarını çattı.
“Beklentilerinle oynadığım için kendimi çok kötü hissediyorum Tanya. Böyle yapmak istememiştim – düşünmüyordum. Sadece… çok aceleyle ayrılmıştım.”
“Sanırım sebebini söylemezsin…?”
Doğruldum ve kollarımı bacaklarıma dolayıp savunma amaçlı kıvrıldım.
“Bunun hakkında konuşmak istemiyorum.”
Tanya, Irina ve Kate kalkıştıkları bu hayatta çok iyilerdi. Çeşitli konularda Carlisle’dan bile. Avları olması gerekenlerle – bir zamanlar olanlarla – kendilerine izin verdikleri delice yakınlığa rağmen; hata yapmıyorlardı. Zayıflığımı Tanya’ya  itiraf etmeye çok utanıyordum.
“Kadın problemi mi?” diye tahmin yürüttü isteksizliğimi görmezden gelerek.
Soğukça güldüm. “Kastettiğin şekilde değil.”
Sonra sessizleşti. Kelimelerimin anlamını çözmek için değişik tahminler
yürütürken düşüncelerini dinledim.
“Yaklaşamadın bile.” dedim.
“Bir ipucu?” diye sordu.
“Lütfen bırak Tanya.”
Yine sessizleşti, hala tahmin etmeye çalışıyordu. Onu duymazdan gelip boş  yere yıldızların güzelliğini görmeye çalıştım.
Bir süre sonra vazgeçti ve düşünceleri başka bir yöne gitti.
Nereye gideceksin Edward, eğer buradan ayrılırsan? Carlisle’a mı döneceksin?
“Sanmıyorum.” diye fısıldadım.
Nereye gidecektim? Dünyada ilgimi çeken hiçbir yer yoktu. Görmek ya da yapmak istediğim hiçbir şey yoktu, çünkü nereye gidersem gideyim, bir yere doğru gidiyor olmayacaktım – bir yerden uzağa kaçıyor olacaktım. Bundan nefret ediyordum. Ne zaman böyle bir ödleğe dönüşmüştüm? Tanya ince kolunu omzuma attı. Dikeldim; ama dokunuştan çekilmedim. Arkadaşça bir rahatlatmadan başka bir şey kastetmemişti. Çoğunlukla.
“Bence geri döneceksin.” dedi, sesinde uzun zaman önce kaybolmuş Rus aksanından ufak bir iz belirerek. “Peşini bırakmayan her ne… ya da her kim olursa olsun, onunla yüzleşeceksin. Sen böyle birisin.”
Düşünceleri sözleri kadar emindi. Aklındaki görüntüyü benimsemeye
çalıştım. Sorunlarla yüzleşen kişiyi. Kendimi tekrar böyle düşünmek hoştu. Hiçbir zaman cesaretim ve zorluklarla başa çıkma becerimden şüphe duymamıştım, bir lisenin biyoloji dersinde geçirdiğim o korkunç saate kadar. Yanağından öptüm. Yüzünü bana döndürdüğünde çabucak geri çekildim, dudakları çoktan büzülmüştü. Hızıma acıklı bir ifadeyle gülümsedi.
“Teşekkürler Tanya, bunu duymaya ihtiyacım vardı.”
Düşünceleri huysuzlaştı. “Bir şey değil, sanırım. Keşke daha mantıklı olabilsen Edward.”
“Üzgünüm Tanya. Benim için fazla iyi olduğunu biliyorsun. Ben sadece…
daha aradığımı bulamadım.”
“Pekala, eğer seni tekrar görmeden önce gidersen… hoşçakal Edward.”
“Hoşçakal Tanya.” Kelimeler dudaklarımdan dökülürken, görebiliyordum.
Kendimi giderken görebiliyordum, olmak istediğim tek yere giderken… “Tekrar teşekkürler.”
Tek bir çevik harekette ayaktaydı ve o kadar hızlı koşuyordu ki, ayağının kara batacak vakti olmuyordu; arkasında hiç iz bırakmıyordu. Geriye bakmadı. Reddim onu daha önce izin verdiğinden çok rahatsız etmişti, düşüncelerinde bile. Gitmeden önce beni bir daha görmek istemiyordu. Üzüntüyle suratım asıldı. Hisleri derin ve saf olmamasına ve hiçbir şekilde karşılık veremeyeceğim duygular olmasına rağmen, Tanya’yı incitmekten hiç
hoşlanmıyordum. Yine de bir centilmenden aşağı hissetmeme neden oluyordu. Çenemi dizlerime koydum ve aniden yola çıkmak için heyecanlı olduğum halde yıldızları tekrar izledim. Alice’in eve döneceğimi görüp diğerlerine
söyleyeceğini biliyordum. Mutlu olacaklardı – özellikle Carlisle ve Esme. Kafamdaki yüzden ötesini görmeye çalışarak bir süre daha yıldızlara baktım. Gökyüzündeki
parlak ışıklarla aramda, bir çift sersemlemiş çikolata renkli göz bu kararın onun için
ne anlama geldiğini soruyormuşçasına bana baktı. Tabii, bunun gerçekten o meraklı
gözlerin aradığı bilgi olup olmadığından emin olamadım. Hayalimde bile,
düşüncelerini okuyamıyordum. Bella Swan’ın gözleri sorgulamaya ve yıldızların
engelsiz görüntüsü benden kaçmaya devam etti. Kuvvetle iç çekerek pes ettim ve
ayağa kalktım. Eğer koşarsam Carlisle’ın arabasına yarım saatten kısa sürede
varabilirdim.
Ailemi görmek için acele ederek – ve zorluklarla yüzleşen Edward olmayı çok
isteyerek – yıldızlarla aydınlanmış karların üzerinde koştum, ayak izi bırakmadan.

 

 

 

 

Bir sorun olmayacak.” diye fısıldadı Alice. Gözleri odağını kaybetmişti ve
Jasper, biz birbirimize yakın bir grup halinde yürürken eli Alice’in dirseğinin altında,
yürümesinde yardımcı oluyordu. Rosalie ve Emmett önde gidiyorlardı. Emmett
gülünç bir şekilde düşman bölgesindeki bir korumaya benziyordu. Rosalie de
ihtiyatlı görünüyordu; ama korumacıdan çok sinirliydi.
“Tabii ki olmayacak.” dedim homurdanarak. Davranışları gülünçtü. Eğer
altından kalkamayacağımı düşünseydim evde kalırdım.
Normal, eğlenceli sabahımızın – gece kar yağmıştı ve Emmett ile Jasper dikkat
dağınıklığımı fırsat bilerek beni kar topu bombardımanına tutmuşlardı;
tepkisizliğimden sıkıldıklarında ise birbirlerine dönmüşlerdi – bu aşırı dikkatlilik
durumuna olan ani değişimi, eğer bu kadar sinir bozucu olmasaydı komik olurdu.
“Henüz burada değil; ama geleceği yol… rüzgar yönünde olmayacak, eğer her
zamanki yerimize oturursak.”
“Tabii ki her zamanki yerimizde oturacağız. Kes şunu Alice. Sinirlerimi
bozuyorsun. Tamamen iyi olacağım.”
Jasper oturmasına yardım ederken gözleri bir kere kapanıp açıldı ve sonunda
benim yüzüme odaklandı.
“Hmm.” dedi şaşırmış bir sesle. “Sanırım haklısın.”
“Tabii ki öyleyim.” diye söylendim.
Endişelerinin odağı olmaktan nefret etmiştim. Korumacı halde Jasper’ı
çevrelediğimiz zamanları hatırladığımda, ona ani bir sempati hissettim. Kısa bir an
bakışımı yakaladı ve sırıttı.
Sinir bozucu değil mi?
Ona yüzümü buruşturdum.
Bu uzun, donuk renkli odanın bana çok ağır gelişi sadece bir hafta önce
miydi? Burada olmanın neredeyse uykuya, koma haline benzeyişi?
Bugün sinirlerim uzamıştı – en ufak baskıda ses çıkarmak üzere gerilmiş
piyano telleri gibi. Duyularım tetikteydi, her sesi, her görüşü, havanın tenime
dokunan her hareketini, her düşünceyi tarıyordum. Özellikle düşünceleri.
Kullanmayı reddedip kilitlediğim tek bir duyu vardı. Koku tabii ki. Nefes
almıyordum.
Düşünceleri incelerken Cullen’larla ilgili daha çok şey duymayı bekliyordum.
Bütün gün, Bella Swan’ın verdiği herhangi bir bilgi aramış, yeni dedikodunun
yönünü görmeye çalışmıştım; ama hiçbir şey yoktu. Kimse kafeteryadaki beş
vampirin farkında değildi, tıpkı yeni kız gelmeden önceki gibi. Bazı insanların
aklında da hala o kız ve geçen haftaki düşüncelerinin aynısı vardı. Bunu
anlatılamayacak derecede sıkıcı bulmak yerine, şimdi büyülenmiştim.
Kimseye benim hakkımda bir şey söylememiş miydi?
Benim kara, öfkeli ve ölüm saçan başımı fark etmemesinin imkanı yoktu. Buna
verdiği tepkiyi görmüştüm. Şüphesiz, onu çok korkutmuştum. Birine
anlatacağından, belki de daha iyi bir hikaye haline getirmek için biraz
abartacağından ve bana tehditkar birkaç replik ekleyeceğinden emindim.
Ve sonra beni, birlikte girdiğimiz biyoloji dersini bırakmaya çalışırken
duymuştu. Yüz ifademi gördükten sonra sebebin kendisi olup olmadığını mutlaka
merak etmiş olmalıydı. Normal bir kız etrafındakilere sorar, deneyimini diğerleriyle
karşılaştırır, dışlanmış hissetmemek için davranışımı açıklayacak bir ortak nokta
arardı. İnsanlar normal hissetmek ve etrafındaki herkese uyum sağlamak için her
şeyi yapardı, bir sürü özelliksiz koyun gibi. Bu ihtiyaç, emniyetsiz gençlik yıllarında
özellikle güçlüydü. Kız bu kuralın bir istisnası olmazdı.
Ama burada, normal masamızda otururken, kimse bizi fark etmemişti.
Kimseye anlatmadıysa, Bella son derece utangaç olmalıydı. Belki babasıyla
konuşmuştu, belki en güçlü ilişkisi onunlaydı… ama bu, onunla ne kadar az zaman
geçirdiği düşünülünce pek mümkün görünmüyordu. Annesine daha yakın
olmalıydı. Yine de kısa zaman içinde Şef Swan’a uğrayıp düşüncelerini
dinlemeliydim.
“Yeni bir şey var mı?” diye sordu Jasper.
“Yok… Hiçbir şey söylememiş olmalı.”
Bu haber üzerine hepsi kaşlarını kaldırdı.
“Belki de düşündüğün kadar korkunç değilsin.” dedi Emmett kıkır kıkır
gülerek. “Bahse girerim ki ben onu bundan daha iyi korkuturdum.”
Ona doğru gözlerimi devirdim.
“Acaba neden…?” Kızın eşsiz sessizliğiyle ilgili hala şaşkındı.
“Bunu geçtik. Bilmiyorum.”
“İçeri giriyor.” diye mırıldandı Alice. Vücudumun katılaştığını hissettim.
“İnsan görünmeye çalışın.”
“İnsan, öyle mi?” diye sordu Emmett.
Sağ yumruğunu kaldırıp avucunda sakladığı kar topunun etrafında
parmaklarını büktü. Tabii ki, orada erimemişti. Sıkıp bir buz kütlesi haline getirdi.
Gözleri Jasper’daydı; ama düşüncelerinin yönünü gördüm. Tabii, Alice de gördü.
Emmett’in ona aniden fırlattığı buz topağını, parmaklarının sıradan bir hareketiyle
engelledi. Buz, kafeterya boyunca insan gözlerinin takip edemeyeceği bir hızla
duvara çarpıp, tuğlaları çatlattı.
Odanın o köşesindeki başlar önce yerdeki kırık buz kütlelerine döndü ve
sonra suçluyu bulmak için arandı. Birkaç masadan uzağa bakmadılar. Kimse bize
bakmadı.
“Çok insanca Emmett.” dedi Rosalie iğneleyici bir sesle. “Elin değmişken niye
duvara yumruk atmıyorsun?”
“Onu sen yaparsan daha etkileyici olur bebeğim.”
Onlara dikkatimi vermeye çalıştım, sanki şakalarının bir parçasıymışım gibi
yüzüme bir sırıtma yerleştirdim. Onun beklediğini bildiğim sıraya bakmak için
kendime izin veremedim; ama dinliyordum.
Jessica’nın, ilerleyen sırada hareketsiz duran ve dikkati dağılmış görünen yeni
kızla ilgili sabırsızlığını duyabiliyordum. Düşüncelerinde, Bella Swan’ın yanaklarının
bir kere daha kanla kırmızı olduğun gördüm.
Kısa, derin olmayan nefesler aldım, kokusunun en ufak bir izi bile yanımdaki
havaya değerse nefes almayı bırakmaya hazırdım.
Mike Newton iki kızla beraberdi. Jessica’ya Swan kızının ne problemi
olduğunu sorduğunda, hem iç hem de dış sesini duyabiliyordum. Düşüncelerinin
onun etrafında sarılış şeklinden ve kız, onun orada olduğunu unutmuş şekilde
girdiği dalgınlıktan çıkarken, çoktan kurulmuş zihnini bulutlandıran fantezilerin
belirişinden hoşlanmamıştım.
“Hiçbir şey.” dedi Bella o alçak, duru sesiyle. Kafeteryadaki gürültünün içinde
bir zil gibi çınlamıştı; ama bunun çok dikkatli dinlediğim için olduğunu biliyordum.
“Bugün sadece soda alacağım.” diye devam etti, sıraya yetişmek için hareket
ettiğinde.
Kendimi ona bir bakış atmaktan alıkoyamadım. Yere bakıyordu, kan
yüzünden yavaşça çekiliyordu. Çabucak gözlerimi kaçırıp, şimdi acılı gözüken
gülümsememe gülen Emmett’a döndüm.
Hasta görünüyorsun kardeşim.
İfademin normal ve doğal görünmesi için yüz hatlarımı tekrar ayarladım.
Jessica kısın iştahsızlığının sebebini merak ediyordu. “Aç değil misin?”
“Aslında, biraz hasta hissediyorum.” Sesi çok alçaktı; ama hala duruydu.
Mike Newton’ın düşüncelerinden yayılan korumacı endişe beni niye rahatsız
etmişti? Sahiplenen bir tavrı olması niye önemliydi? Mike Newton onun için
gereksizce kaygılanıyorsa bu beni ilgilendirmiyordu. Belki de herkesin ona verdiği
tepki buydu. İçgüdüsel olarak onu korumayı ben de istememiş miydim? Onu
öldürmeden önce, bu…
Ama kız hasta mıydı?
Değerlendirmek zordu – şeffaf teninin altında çok narin görünüyordu. Sonra
kendim de endişelendiğimi fark ettim, tıpkı o ahmak oğlan gibi. Ve kendimi sağlığı
hakkında düşünmemek için zorladım.
Bakmaksızın, onu Mike’ın düşüncelerinden izlemekten hoşlanmamıştım. Üçü
hangi masaya oturacaklarını seçerken Jessica’ya geçtim. Şansıma Jessica’nın
arkadaşlarıyla oturdular, Alice’in dediği gibi rüzgar yönünde değildi.
Alice bana dirsek attı.
Birazdan bakacak, insan gibi davran.
Sırıtmamın altında dişlerimi sıktım.
“Rahatla Edward.” dedi Emmett. “Hakikaten. Bir insanı öldürürsün. Bu
dünyanın sonu olmaz.”
“Sen bilirsin.” diye mırıldandım.
Güldü. “Böyle şeyleri atlatmayı öğrenmelisin. Benim gibi. Sonsuzluk, suçluluk
içinde kıvranmak için uzun bir zaman.”
O anda, Alice elinde sakladığı daha küçük bir avuç dolusu buzu Emmett’in
kuşkusuz yüzüne fırlattı.
Emmett şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve sonra sırıttı.
“Bunu sen istedin.” dedi, buz kaplı saçlarını ona doğru sallamak için eğilirken.
Sıcak odada eriyen kar, saçından yarı sıvı, yarı katı şekilde sıçradı.
“Iyy!” diye sızlandı Rosalie, Alice’le beraber şiddetli yağıştan kaçarlerken.
Alice güldü ve hepimiz katıldık. Kafasında bu kusursuz anı nasıl ayarladığını
ve kızın – onu böyle düşünmeyi kesmeliydim, sanki dünyadaki tek kızmış gibi – o
Bella’nın bizi insanca gülüp oynarken ve tıpkı bir Norman Rockwell tablosu gibi
doğal olmayan derecede ideal halde göreceğini biliyordum.
Alice gülmeye devam etti ve tepsisini bir kalkan gibi kaldırdı. Kız – Bella
mutlaka bize bakıyor olmalıydı.
…yine Cullen’lara bakıyor, diye düşündü biri, dikkatimi çekerek.
Kasıtsız çağrıya otomatik şekilde baktım ve gözlerim yönü bulurken sesi
tanıdım – onu bugün çok dinlemiştim.
Ama gözlerim Jessica’yı geçti ve kızın içe işleyen bakışlarına odaklandı.
Çabucak aşağı bakıp tekrar gür saçlarının arkasına saklandı.
Ne düşünüyordu? Rahatsızlık, zaman geçtikçe zayıflamak yerine daha da
artıyordu. Daha önce hiç denemediğim için ne yaptığımdan emin olamayarak
etrafındaki sessizliği zihnimle aşmaya çalıştım. Ekstra duyum her zaman doğal
olarak gelmişti; hiçbir zaman üzerinde çalışmam gerekmemişti; ama şimdi
odaklanmıştım, onu çevreleyen kalkanı kırmaya çalışıyordum.
Sessizlikten başka hiçbir şey yoktu.
Onun nesi var? diye düşündü Jessica, benim rahatsızlığımı yansıtarak.
“Edward Cullen sana bakıyor.” diye fısıldadı Swan kızının kulağına, bir
kıkırdama ekleyerek. Ses tonunda kıskanç sinirinin hiç izi yoktu. Arkadaşlık
taklidinde yetenekli görünüyordu.
Kızın cevabını, kendimi kaptırmış şekilde ben de dinledim.
“Sinirli görünmüyor değil mi?”
Yani geçen haftaki vahşi tepkimi fark etmişti. Tabii ki.
Soru Jessica’nın kafasını karıştırdı. O, ifademi kontrol ederken düşüncelerinde
kendi yüzümü gördüm; ama bakışıyla buluşmadım. Hala bir şey duymaya çalışarak
kıza odaklanıyordum. Dikkatli konsantrasyonum hiç yardımcı olmuyor gibi
görünüyordu.
“Hayır.” dedi Jess ona ve evet diyebilmeyi dilediğini biliyordum – bakışım
içine dert olmuştu – ama sesinde bunun izi yoktu. “Görünmeli mi?”
“Benden pek hoşlandığını sanmıyorum.” diye fısıldadı kız, aniden yorulmuş
gibi başını koluna yaslayarak. Hareketini anlamaya çalışıyordum; ama sadece
tahmin yürütebilirdim. Belki de yorulmuştu.
“Cullen’lar kimseyi sevmezler.” diye güvence verdi Jess. “Kimseyi hoşlanmak
için kendilerine layık görmezler.”
Eskiden görmezlerdi. Düşüncesi sızlanan bir
homurtuydu. “Ama hala sana bakıyor.”
“Ona bakmayı kes.” dedi kız endişeyle ve Jessica’nın emre uyup
uymadığından emin olmak için başını biraz kaldırdı.
Jessica kıkırdadı; ama istediğini yaptı.
Kız saatin kalanında masasından başka yere bakmadı. Bunun kasıtlı olduğunu
düşündüm – ama tabii ki, emin olamadım. Bana bakmak istiyormuş gibi
görünüyordu. Vücudu hafifçe benim yönüme doğru yöneliyordu, çenesi dönmeye
başlıyordu; ama sonra kendini yakalayıp derin bir nefes alarak, kim konuşuyorsa
ona bakıyordu.
Kızın etrafındaki düşünceleri, arada onunla ilgili olmadıkları sürece
duymazdan geldim. Mike Newton okuldan sonra park yerinde bir kartopu savaşı
planlıyordu, çoktan yağmura dönüştüğünün farkında görünmüyordu. Kar
tanelerinin çatıdaki hafif sesi, yağmur damlalarının pıtırtısına dönüşmüştü. Değişimi
gerçekten duyamıyor muydu? Bana sesli geliyordu.
Öğle teneffüsü bittiğinde yerimde kaldım. İnsanlar dışarı çıktı ve ben kendimi
diğerlerinin arasından onun ayak seslerini ayırt etmeye çalışırken yakaladım, sanki
önemli ve alışılmadık bir özellikleri varmış gibi. Ne kadar aptalca.
Ailem de hareket etmedi. Ne yapacağımı görmek için beklediler.
Onun delice kuvvetli kokusunu alabileceğim ve nabzının sıcaklığını tenimde
hissedebileceğim sınıfa gidip, yanına oturur muydum? Bunun için yeterince güçlü
müydüm? Yoksa bir gün için yeterince çekmiş miydim?

 

 

 

“Sanırım sorun yok.” dedi Alice tereddütle. “Kararlısın. Sanırım saati
atlatacaksın.”
Ama Alice bir kararın ne kadar çabuk değişebileceğini çok iyi biliyordu.
“Niye zorlayasın ki Edward?” diye sordu Jasper. Ã
žimdi zayıf olan ben
olduğum için kendini beğenmiş hissetmemek istemesine rağmen, bunu
duyabiliyordum, sadece biraz. “Eve git. Ağırdan al.”
“Ne fark eder ki?” dedi Emmett katılmayarak. “Onu öldürürsün ya da
öldürmezsin. İki şekilde de atlatırsın.”
“Henüz taşınmak istemiyorum.” diye sızlandı Rosalie. “Baştan başlamak
istemiyorum. Liseyi neredeyse bitirdik Emmett. Sonunda.”
Kararda iki eşit parçaya bölünmüştüm. Bununla yüzleşmek istiyordum, çok
istiyordum; ama kendimi zorlamak da istemiyordum. Geçen hafta Jasper’ın
avlanmadan uzun süre durması bir hata olmuştu, bu da aynı şekilde anlamsız bir
hata mıydı?
Ailemi yerinden etmek istemiyordum. Hiçbiri bana bunun için teşekkür
etmezdi.
Ama Biyoloji sınıfına gitmek istiyordum. Onun yüzünü bir daha görmek
istediğimi fark ettim.
Benim için kararı veren buydu. O merak. Böyle hissettiğim için kendime
kızgındım. Kendime, kızın sessiz zihninin beni uygunsuzca ilgilendirmeyeceğine
dair söz vermemiş miydim? Yine de, işte en uygunsuz şekilde ilgiliydim.
Ne düşündüğünü bilmek istiyordum. Zihni kapalıydı; ama gözleri çok açıktı.
Belki aklı yerine onları okuyabilirdim.
“Hayır Rose. Sanırım gerçekten sorun olmayacak.” dedi Alice. “Sabitleşiyor.
Eğer sınıfa giderse kötü bir şey olmayacağından yüzde doksan üç eminim.” Bana,
düşüncelerimde onun gelecek görüşünü daha güvenli hale getiren ne değişiklik
olduğunu merak ederek baktı.
Merak, Bella Swan’ı hayatta tutmaya yetecek miydi?
Emmett haklıydı gerçi – niye her iki şekilde de üstesinden gelmiyordum?
Ayartıyla yüzleşecektim.
“Sınıflarınıza gidin.” dedim kendimi masadan iterek. Döndüm ve uzun
adımlarla ilerledim. Arkamda Alice’in endişesini, Jasper’ın tenkidini, Emmett’in
onayını ve Rosalie’nin sinirini duyabiliyordum.
Sınıfın kapısında son bir derin nefes aldım ve küçük, sıcak odaya girerken
ciğerlerimde tuttum.
Geç kalmamıştım. Bay Banner hala bugünün deneyini ayarlıyordu. Kız benim
– bizim masamızda, başı eğik, karalama yaptığı deftere bakıyordu. Yaklaşırken,
zihninin yarattığı bu önemsiz taslakla bile ilgilenerek onu inceledim; ama
anlamsızdı. Sadece iç içe ilmeklerden oluşan rastgele bir karalamaydı. Belki de
desene odaklanmıyor, başka bir şey düşünüyordu.
Sandalyeyi gereksiz bir sertlikle çekip, döşemeyi çizmesine izin verdim;
insanlar birinin gelişi sesle duyurulduğunda her zaman daha rahat ederlerdi.
Sesi duyduğunu biliyordum. Bakmadı; ama eli çizdiği desende bir ilmeği
kaçırıp dengeyi bozdu.
Niye yukarı bakmamıştı? Muhtemelen korkmuştu. Bu sefer, farklı bir izlenim
bıraktığımdan ve önceden olanların hayalinin bir ürünü olduğunu düşünmesini
sağladığımdan emin olmalıydım.
“Merhaba.” dedim insanları rahatlatmak istediğim zaman kullandığım alçak
sesimi kullanıp, dişlerimi göstermeden gülümseyerek.
O zaman baktı, büyük kahverengi gözleri ürkekti – neredeyse sersemlemiş –
ve sessiz sorularla doluydu. Bu, geçen hafta görüşümü engelleyen ifadeydi.
Garip şekilde derin kahverengi gözlere bakarken, nefretin – kızın sadece
var olduğu için hak ettiğini hayal ettiğim nefretin – kaybolduğunu fark ettim. Nefes
almıyor ve kokusunu tatmıyorken böyle savunmasız birinin nefreti hak
edebileceğine inanmak zordu.
Yanakları kızarmaya başladı ve hiçbir şey söylemedi.
Gözlerimi onunkilerde tutup sadece sorgulayan derinliklerine odaklandım ve
teninin iştah kabartıcı rengini görmezden gelmeye çalıştım. Bir süre nefes almadan
konuşmaya yetecek kadar soluğum vardı.
“Adım Edward Cullen.” dedim, ismimi bildiğini bilmeme rağmen. Bu
başlamanın nazik yoluydu. “Geçen hafta kendimi tanıtma şansı bulamadım. Sen
Bella Swan olmalısın.”
Kafası karışmış göründü – kaşlarının arasındaki o küçük kıvrım tekrar
oradaydı. Cevap vermesi olması gerekenden yarım saniye fazla süre aldı.
“Adımı nereden biliyorsun?” diye sordu, sesi biraz titreyerek.
Onu gerçekten çok korkutmuş olmalıydım. Bu kendimi suçlu hissetmeme
neden oldu; o kadar savunmasızdı ki. Nazikçe güldüm – bu insanların
huzursuzluğunu azaltan bir sesti. Yine, dişlerimle ilgili dikkatliydim.
“Ah, sanırım ismini herkes biliyor.” Ã
žüphesiz, bu tekdüze yerde ilgi odağı
haline geldiğinin farkındaydı. “Bütün kasaba senin gelmeni bekliyordu.”
Bu bilgi ona göre hoş değilmiş gibi suratını astı. Sanırım, utangaç göründüğü
kadar ilgiden de hoşlanmıyordu. Çoğu insan tersini hissederdi. Sürüden ayrı kalmak
istememelerine rağmen spot ışıklarını arzularlardı.
“Hayır.” dedi. “Yani, niye bana Bella dedin?”
“Isabella’yı mı tercih edersin?” diye sordum, sorunun nereye gittiğini
anlayamayarak. İlk gününde tercihini pek çok kez net şekilde belirtmişti. Bütün
insanlar düşünceleri rehber olmadığı zaman böyle anlaşılmaz mıydı?
“Hayır. Bella ismini seviyorum.” diye cevapladı kafasını hafifçe yana eğerek.
İfadesi – eğer doğru okuyorsam – utanç ve kafa karışıklığı arasındaydı. “Ama
Charlie – yani babamın benden Isabella diye bahsettiğini sanıyorum. Burada herkes
beni öyle tanıyor gibi görünüyor.” Teninin pembesi bir ton daha koyulaştı.
“Hmm.” dedim sıradan bir sesle ve gözlerimi yüzünden kaçırdım.
Sorularının ne anlama geldiğini yeni anlamıştım. Hata yapmıştım. Eğer ilk gün diğerlerini dinliyor olmasaydım, ona başta tam ismiyle hitap ederdim, diğer
herkes gibi. Fark dikkatini çekmişti.
Ã
žşiddetli bir huzursuzluk hissettim. Hatamı yakalamak onun için çok kolay
olmuştu. Oldukça zekice, özelikle yakınlığımdan korkması gereken birine göre.
Ama aklında benimle ilgili kilitli tuttuğu şüphelerinden daha büyük
sorunlarım vardı.
Soluğum kalmamıştı. Eğer onunla tekrar konuşacaksam nefes almam
gerekiyordu.
Konuşmamak zor olurdu. Ã
žanssızlığına, bu masayı paylaşmamız onu benim
labaratuvar partnerim yapıyordu ve bugün birlikte çalışmak zorundaydık. Deneyi
yaparken onu görmezden gelmek garip – ve anlaşılmaz şekilde kaba – olurdu. Bu
onu daha çok korkutur ve şüphelendirirdi.
Sandalyemi hareket ettirmeden ondan uzaklaşabileceğim kadar uzaklaşıp
kafamı sıraların arasındaki boşluğa döndürdüm. Kaslarımı kilitleyerek kendimi
olduğum yere bağladım. Sonra sadece ağzımdan, hızlıca ciğerlerimi dolduran bir
nefes aldım.
Ahh!
Bu gerçekten acı vericiydi. Onu koklamadan bile, dilimde tadını
alabiliyordum. Boğazım aniden tekrar alevler içindeydi, arzu aynı geçen hafta
kokusunu yakaladığım andaki kadar güçlüydü.
Dişlerimi gıcırdattım ve kendimi toparlamaya çalıştım.
“Başlayın.” diye komut verdi Bay Banner.
Masaya bakan kıza dönüp gülümsemek için yetmiş yıllık çabayla kazandığım
öz kontrolü en ufak zerresine kadar kullanmışım gibi hissettim.
“Önce bayanlar, partner?”
Yüzüme baktı ve ifadesi boşaldı, gözleri büyüdü. Yüz ifademde yanlış bir şey
mi vardı? Yine korkmuş muydu? Konuşmadı.
“Ya da, istersen ben başlayabilirim.” dedim sessizce.
“Hayır.” dedi ve yüzü yine beyazdan kırmızıya döndü. “Ben başlarım.”
Duru teninin altındaki kanın akışını izlemek yerine masadaki malzemelere,
slayt kutusuna ve hırpalanmış mikroskoba baktım. Dişlerimin arasından hızlıca bir
nefes daha aldım ve boğazımı acıttığında irkildim.
“Profaz.” dedi hızlı bir incelemenin ardından. Slaydı çıkarmaya başladı.
“Bakmamın bir sakıncası var mı?” İçgüdüsel olarak – aptalca, sanki onun
türündenmişim gibi – elini durdurmak için uzandım. Bir saniyeliğine, teninin ısısı
benimkini yaktı. Elektrik çarpması gibiydi. Sıcaklık elimi ve sonra kolumu vurdu.
Bella elini benimkinin altından anında çekti.
“Özür dilerim.” diye mırıldandım kenetlenmiş dişlerimin arasından. Bir yere
bakma ihtiyacıyla mikroskobu kavradım ve kısa bir süre baktım. Doğruydu.
“Profaz.” diye katıldım.
Ona bakmak için hala çok huzursuzdum. Dişlerimin arasından mümkün
olduğunca sessizce nefes alıp yakıcı susuzluğu görmezden gelmeye çalışarak basit
göreve odaklandım, kelimeyi kağıttaki yerine yazdım ve ilk slaydı ikincisiyle
değiştirdim.
Ã
žimdi ne düşünüyordu? Eline dokunduğumda bu ona nasıl hissettirmişti?
Tenim mutlaka buz soğukluğunda olmalıydı – itici. Bu kadar sessiz olmasına
şaşırmamalıydı.
Slayda bir bakış attım.
“Anafaz.” dedim kendi kendime, kelimeyi ikinci satıra yazarken.
“Bakabilir miyim?” diye sordu.
Döndüm ve onu beklentiyle, bir eli mikroskoba doğru uzanmış şekilde
görünce şaşırdım. Korkmuş görünmüyordu. Gerçekten cevabı yanlış verdiğimi mi
düşünmüştü?
Mikroskobu ona doğru kaydırdığımda yüzündeki umutlu ifadeye
gülümsemekten kendimi alıkoyamadım.
Merceğe çabucak solan bir istekle baktı. Ağzının kenarları aşağı doğru indi.
“Üçüncü slayt?” diye sordu mikroskoptan gözlerini ayırmadan; ama elini
uzatarak. Slaydı, tenimin onunkine yaklaşmasına izin vermeyerek eline bıraktım.
Yanında oturmak bir ısıtıcının yanında oturmak gibiydi. Daha yüksek bir sıcaklığa
doğru hafifçe ısındığımı hissedebiliyordum.
Slayda çok uzun süre bakmadı. “İnterfaz.” dedi kayıtsızca – muhtemelen
sesinin kulağa böyle gelmesi için çok uğraşarak – ve mikroskobu bana itti. Kağıda
dokunmayıp benim cevabı yazmamı bekledi. Kontrol ettim – yine doğruydu.
Böyle bitirdik, birkaç kelime konuşup birbirimizin gözleriyle buluşmadan.
Bitiren tek çifttik – diğerleri deneyle ilgili zorluk çekiyordu. Mike Newton ise
odaklanma konusunda problem yaşıyor gibi görünüyordu – beni ve Bella’yı
izlemeye çalışıyordu.
Keşke gittiği yerde kalsaydı, diye düşündü beni gözetleyerek. Hmm, ilginç.
Oğlanın bana karşı kötü hisler beslediğinin farkına varmamıştım. Bu yeni bir
gelişmeydi, yaklaşık olarak kızın gelişi kadar. Daha da ilginci, şaşırarak, bu hissin
karşılıklı olduğunu fark etmiştim.
Tekrar kıza baktım, sıradan, tehditsiz ortaya çıkışına karşın, hayatıma darbe
vuruyor olması beni sersemletti.
Mike’ın ne hakkında konuşup durduğunu anlıyordum ama. Aslında oldukça
güzeldi… alışılmadık bir şekilde. Güzel olmaktan da iyisi, yüzü ilginçti. Pek simetrik
değildi – dar çenesi geniş elmacık kemikleriyle dengeli değildi; rengi ölçüsüzdü –
teni ve saçı, açık-koyu tezatı oluşturuyordu; ve sonra gözleri vardı, sessiz sırlarla
dolu gözler…
Aniden benimkileri delmeye başlayan gözler.
O sırlardan birini tahmin etmeye çalışarak ben de ona baktım.
“Lens mi taktın?” diye sordu aniden.

 

 

 

 

 

Ne kadar garip bir soru. “Hayır.” Görüşümü geliştirme fikrine neredeyse
gülümsedim.
“Ah,” diye mırıldandı. “Gözlerinle ilgili bir değişiklik olduğunu
düşünmüştüm.”
Bugün sırları açığa çıkarmaya çalışan tek kişi olmadığımı anladığımda aniden
tekrar soğuk hissettim.
Omuz silktim ve öğretmenin dolaştığı yere doğru baktım.
Tabii ki son baktığından beri gözlerimde bir değişiklik vardı. Kendimi
bugünün işkencesine, ayartısına hazırlamak için, bütün hafta sonumu avlanarak
geçirmiştim, susuzluğumu mümkün olduğunca gidermiş, gerçekten abartmıştım.
Kendimi hayvanların kanıyla doldurmuştum; ama bu etrafındaki havada yüzen aşırı
lezzetle yüzleşmekte pek bir değişiklik yaratmamıştı. Ona en son baktığımda,
gözlerim susuzlukla simsiyahtı. Şimdi, vücudum kan içinde yüzerken, sıcak bir altın
rengindeydiler. Susuzluğumu söndürmede aşırıya kaçtığım girişimim sayesinde açık
kehribardılar.
Başka bir hata. Eğer sorusunda ne kastettiğini görmüş olsaydım, ona sadece
evet diyebilirdim.
İki yıldır, bu okulda insanların yanında oturmuştum ve o, beni göz
rengimdeki değişimi fark edecek kadar dikkatle inceleyen ilk kişiydi. Diğerleri,
ailemin güzelliğine hayran kalırken, bakışlarına karşılık verdiğimizde çabucak
gözlerini kaçırırlardı. Anlamamak için, görünüşümüzün detaylarını içgüdüsel bir
çabayla bloke ederlerdi. Görmezden gelmek insan zihni için mutluluktu.
Niye çok fazla şey gören, bu kız olmak zorundaydı?
Bay Banner masamıza yaklaştı. Getirdiği temiz hava dalgasını, Bella’nın
kokusuyla karışmadan önce minnettarlıkla içime çektim.
“Yani Edward,” dedi cevaplarımıza bakarak, “Isabella’nın mikroskoba
bakmak için bir şansı olması gerektiğini düşünmedin mi?”
“Bella.” diye düzelttim onu refleks olarak. “Aslında, beş taneden üçünü o
tanımladı.”
Bay Banner’ın düşünceleri, kıza dönerken şüpheliydi. “Bu deneyi daha önce
yaptın mı?”
Kendimi kaptırmış halde, gülümser ve hafifçe utanmış gözükürken onu
izledim.
“Soğan köküyle değil.”
“Balık embriyosuyla mı?”
“Evet.”
Bu onu şaşırttı. Bugünün deneyi ileri bir programdan aldığı bir şeydi. Kıza
düşünceli düşünceli başını salladı. “Phoenix’de ileri bir programda mıydın?”
“Evet.”
İleriydi o zaman, bir insana göre zekiydi. Bu beni şaşırtmadı.
“Pekala,” dedi Bay Banner dudaklarını büzerek. “Sanırım ikinizin laboratuar
partneri olmanız iyi.” Döndü ve söylenerek uzaklaştı. “Bu sayede diğer çocukların
kendileri için bir şey öğrenme şansı olabilir.” Kızın bunu duyabildiğinden
şüpheliydim. Dosyasına tekrar spiraller karalamaya başladı.
Bir saatte iki hata çok fazlaydı. Benim tarafımda çok zayıf bir gösteriydi. Kızın
hakkımda ne düşündüğü hakkında hiçbir fikrim olmasa da – ne kadar korkuyor, ne
kadar şüpheleniyor? – onu yeni bir izlenimle bırakmak için daha çok çabalamam
gerektiğini biliyordum. Son, vahşi karşılaşmamızla ilgili anıları daha iyi
bastırmalıydım.
“Karın durması çok kötü oldu, değil mi?” dedim bir düzine öğrencinin
konuştuğunu çoktan duyduğum küçük diyalogu tekrarlayarak. Sıkıcı, standart bir
konu. Hava – her zaman güvenli.
Bana gözlerinde açık bir şüpheyle baktı – çok normal sözlerime anormal bir
tepki. “Pek değil.” dedi beni tekrar şaşırtarak.
Konuşmayı bayat yollara sürdüm. Çok daha güneşli, sıcak bir yerden
geliyordu – teni beyazlığına rağmen bunu bir şekilde yansıtıyordu – ve soğuk onu
mutlaka rahatsız ediyor olmalıydı. Benim buz gibi dokunuşum kesinlikle etmişti.
“Soğuğu sevmiyorsun.” diye tahmin yürüttüm.
“Ya da ıslaklığı.”
“Forks senin için yaşaması zor bir yer olmalı.” Belki de buraya gelmemeliydin,
diye eklemek istedim. Belki de ait olduğun yere geri gitmelisin.
Bunu istediğimden emin değildim gerçi. Kanının kokusunu her zaman
hatırlayacaktım – onu er ya da geç takip etmeyeceğimin bir garantisi var mıydı?
Ayrıca, eğer giderse zihni her zaman bir gizem olarak kalacaktı. Değişmez, daima
rahatsız edici bir muamma.
“Hem de nasıl.” dedi alçak bir sesle.
Cevapları hiçbir zaman benim beklediklerim değildi. Daha çok soru sormak
istememe neden oluyorlardı.
“Niye buraya geldin o zaman?” diye sordum ve sesimin birdenbire çok
suçlayıcı olduğunun, diyalog için yeterince sıradan olmadığının farkına vardım.
Sesim kaba ve meraklı çıkmıştı.
“Bu… karışık.”
Büyük gözlerini kırpıştırdı, konuyu orada bıraktı ve ben neredeyse meraktan
patlayacaktım – merak boğazımdaki susuzluk kadar sıcak bir şekilde beni yakıyordu.
Aslında, nefes almanın biraz daha kolaylaştığını; ıstırabın onu tanıdıkça daha
katlanılır hale geldiğini fark ettim.
“Sanırım anlayabilirim.” diye ısrar ettim. Belki genel nezaket, ben sormak için
yeterince kaba oldukça, onun sorularımı cevaplamaya devam etmesini sağlayabilirdi.
Sessizce ellerine baktı. Bu beni sabırsızlandırdı; elimi çenesinin altına koyup
başını kaldırmak istedim, gözlerini okuyabilmek için; ama onun tenine tekrar
dokunmak aptalca – tehlikeli – olurdu.
Aniden yukarı baktı. Gözlerindeki duyguları görebilmek bir rahatlıktı.
Aceleyle konuştu.
“Annem tekrar evlendi.”
Ah, bu yeterince insancaydı, anlaması kolaydı. Duru gözlerinden üzüntü
geçti.
“Bu o kadar karmaşık gözükmüyor.” dedim. Sesim çaba sarf etmeden nazik
çıkmıştı. Üzüntüsü beni garip bir şekilde aciz bırakmıştı, ona daha iyi hissettirmek
için yapabileceğim bir şey olmasını diliyordum. Garip bir dürtü. “Ne zaman oldu?”
“Geçen eylül.” Derin bir nefes aldı. Sıcak soluğu yüzümü okşarken nefesimi
tuttum.
“Ve sen onu sevmiyorsun.” diye tahmin ettim, daha çok bilgi alabilmek için
uğraşarak.
“Hayır, Phil iyidir.” dedi sanımı düzelterek. Dudaklarının kenarında bir
gülümseme izi vardı. “Çok genç belki; ama yeterince iyi.”
Bu, kafamda kurduğum senaryoya uymuyordu.
“Niye onlarla kalmadın o zaman?” dedim, sesim biraz fazla meraklı çıkmıştı.
İşine burnumu sokuyorum gibi gözüküyordu, ki öyle yapıyordum itiraf etmek
gerekirse.
“Phil sık sık seyahat eder. Geçimini futboldan sağlıyor.” Küçük gülümsemesi
büyüdü; bu kariyer seçimi onu eğlendirmişti.
Elimde olmadan ben de gülümsedim. Onu rahat ettirmeye çalışmıyordum.
Sadece, gülümsemesi benim de gülmemi sağlamıştı.
“İsmini duydum mu?”
“Muhtemelen hayır. Pek iyi oynamaz.” Başka bir gülümseme. “İkinci ligde
oynuyor. Çok seyahat etmesi gerekiyor.”
O anda, yeni bir senaryo hayal ediyordum.
“Ve annen onunla seyahat edebilmek için seni buraya yolladı.” dedim.
Tahminler, ondan soruların aldığından daha çok bilgi alıyordu. Tekrar işe yaradı.
Yüz ifadesi birdenbire inatçılaştı.
“Hayır, beni o göndermedi.” dedi. Sesi sertti. Tahminim onu üzmüştü; ama
nasıl olduğunu pek göremiyordum. “Ben kendimi gönderdim.”
Neyi kastettiğini ya da gücenmesinin sebebini tahmin edemedim. Tamamen
geri kalmıştım.
Bu yüzden pes ettim. O, diğer insanlar gibi değildi. Belki de düşüncelerinin
sessizliği ve kokusu onunla ilgili tek alışılmadık şeyler değildi.
“Anlamadım.” diye itiraf ettim, kabul etmek zorunda kalmaktan nefret
ederek.
İçini çekti ve gözlerime normal insanların katlanabileceğinden uzun bir süre
baktı.
“İlk başta benimle kaldı; ama onu özlüyordu.” dedi yavaşça, sesi her
kelimeyle gittikçe daha ümitsizleşiyordu. “Bu onu mutsuz etti… o yüzden ben de
Charlie’yle biraz zaman geçirmenin vaktinin geldiğine karar verdim.”
Kaşlarının arasındaki kıvrım derinleşti.
“Ama şimdi sen mutsuzsun.” diye mırıldandım. Tepkilerini öğrenebilme
umuduyla, hipotezlerimi sesli söylemekten kendimi alamıyordum. Bu seferki
gerçekten pek uzak değildi.
“Ve?” dedi, sanki bu üzerinde düşünülmeyecek bir şeymiş gibi.
Ruhunda bir anlığına, ilk defa bir şey gördüğümü hissederek gözlerine
bakmaya devam ettim. İnsanların çoğunluğunun aksine, kendi ihtiyaçları listenin
çok altlarındaydı.
Fedakardı.
Bunu gördüğümde, bu sessiz zihnin içinde saklanan kişinin gizemi biraz
zayıflamaya başladı.
“Adil görünmüyor.” dedim. Sıradan gözükmeye, merakımın yoğunluğunu
saklamaya çalışarak omuzlarımı silktim.
Güldü; ama sesinde eğlence yoktu. “Kimse sana söylemedi mi? Hayat adil
değildir.”
Sözlerine gülmek istedim; ama ben de gerçekten eğlenmemiştim. Hayatın
adaletsizliğiyle ilgili biraz bilgim vardı. “Sanırım bunu daha önce bir yerlerde
duymuştum.”
Kafası karışmış görünerek bana baktı. Gözleri hızla uzağa gitti ve sonra tekrar
benim gözlerimle buluştu.
“İşte bu kadar.” dedi bana.
Ama ben bu konuşmayı bitirmeye hazır değildim. Kaşlarının arasındaki,
kederinin kalıntısı olan o küçük V, beni rahatsız ediyordu. Parmaklarımın ucuyla
onu düzleştirmek istedim; ama tabii ki, ona dokunamazdım. Pek çok yönden
tehlikeliydi.
“İyi bir oyun çıkardın.” dedim yavaşça, hala bir sonraki tezimi düşünerek.
“Ama bahse girerim ki, insanların görmesine izin verdiğinden çok daha fazla acı
çekiyorsun.”
Gözlerini kısıp, dudaklarını bükerek yüzünü buruşturdu ve sınıfın önüne
baktı. Doğru tahmin ettiğimde sevinmiyordu. Sıradan bir mağdur değildi – acısına
izleyici istemiyordu.
“Haksız mıyım?”
Hafifçe irkildi; ama beni duymamış gibi davrandı.
Bu gülümsememe neden oldu. “Ben de öyle düşünmüştüm.”
“Seni niye ilgilendiriyor ki?” diye sordu hala uzağa bakarak.
“Bu çok güzel bir soru.” diye itiraf ettim, daha çok kendime cevap vererek.
Sezgileri benimkinden iyiydi – ben kenarlarda bocalar, ipuçlarını körü körüne
incelerken, o direkt özü görüyordu. Onun son derece insanca olan hayatının
ayrıntıları beni ilgilendirmemeliydi. Onun ne düşündüğünü umursamak yanlıştı.
Ailemi şüphelerden korumanın ötesinde, insan düşünceleri önemli değildi.
Kız iç çekti ve sınıfın önüne doğru ters ters baktı. Sinirlenmiş ifadesiyle ilgili
bir şey gülünçtü. Bütün bu durum, bütün konuşma gülünçtü. Kimse benden dolayı
bu kızın olduğu kadar büyük bir tehlike içinde olmamıştı – her an, diyalogla gülünç
bir şekilde meşgul olduğum için dikkatim dağılabilir, burnumdan nefes alabilir ve
kendimi durduramadan ona saldırabilirdim – ve o ben sorusuna cevap vermediğim
için sinirlenmişti.
“Seni rahatsız mı ediyorum?” diye sordum bunun saçmalığına gülümseyerek.
Bana hızlıca baktı ve gözleri bakışımla kapana kısılmış biri göründü.
“Tam olarak değil,” dedi. “Daha çok kendimden rahatsız oluyorum. Yüzümü
okumak çok kolay – annem bana her zaman ‘açık kitabım’ der.”
Canı sıkılarak kaşlarını çattı.
Ona hayretle baktım. Üzülmesinin sebebi onun içini çok kolayca gördüğümü
düşünmesiydi. Ne garip. Birini anlamak için hiç bu kadar çok çaba sarf etmemiştim
hayatım boyunca – ya da varlığım boyunca, zira hayat pek de doğru kelime değildi.
Benim hakikaten bir hayatım yoktu.
“Aksine,” dedim garip bir şekilde… ihtiyatla, sanki göremediğim gizli bir
tehlike varmış gibi. Birdenbire sınırdaydım, önsezi beni endişelendiriyordu. “Bence
sen okunması çok zor birisin.”
“O zaman sen iyi bir okuyucu olmalısın,” dedi, tahminiyle yine tam hedeften
vurmuştu.
“Genellikle.” diye katıldım.
Sonra dudaklarımı, arkasındaki keskin dişleri göstermelerine izin verip geriye
doğru çekerek ona genişçe gülümsedim.
Bu aptalcaydı; ama aniden, beklenmedik bir şekilde ona bir uyarı vermek için
çaresizdim. Vücudu öncekinden daha yakındı, konuşma boyunca bilinçsizce bana
doğru yönelmişti. İnsanlığın kalanını korkutmaya yeterli olan küçük işaretler onun
üzerinde işliyor gibi görünmüyordu. Niye dehşetle benden geri kaçmıyordu?
Şüphesiz karanlık yanımı tehlikeyi anlayacak kadar görmüştü.
Uyarımın istediğim etkiyi yapıp yapmadığını göremedim. Bay Banner sınıfın
dikkatini istedi ve o da hemen benden uzağa döndü. Kesintiden dolayı biraz
rahatlamış görünüyordu, o zaman belki de bilinçsizce anlamıştı.
Anlamış olduğunu umdum.
Engellemek istesem bile içimde büyüyen büyük merakı tanıdım. Bella Swan’ı
ilginç bulacak durumda değildim, ya da daha doğrusu, o bu durumda değildi.
Şimdiden, başka bir konuşma şansı için heyecanlıydım. Annesiyle, buraya gelmeden
önceki hayatıyla, babası ile olan ilişkisiyle ilgili daha çok şey öğrenmek istiyordum.
Karakterini daha çok ortaya çıkaracak her anlamsız ayrıntıyı… ama onunla
geçirdiğim her saniye bir hataydı, almaması gereken bir risk.
Dalgınlıkla, gür saçını tam da ben kendime başka bir soluk için izin verdiğim
sırada arkaya attı. Kokusunun özellikle yoğun bir dalgası boğazımın arkasına darbe
indirdi.
İlk günkü gibiydi – harap edici mermi gibi. Yakıcı susuzluğun acısı başımı
döndürdü. Kendimi sırada tutabilmek için yine masayı kavramam gerekti. Bu sefer
biraz daha kontrollüydüm, en azından hiçbir şey kırmadım. İçimdeki canavar
homurdandı; ama acımdan memnun kalmadı. Çok sıkı bağlıydı. Şu anda.
Nefes almayı tamamen bıraktım ve kızdan uzaklaşabildiğim kadar
uzaklaştım.
Hayır, onu büyüleyici bulmayı göze alamazdım. Onu ne kadar ilginç
bulursam, öldürme ihtimalim de o kadar artardı. Bugün, çoktan iki küçük hata
yapmıştım. Üçüncü bir tane daha yapar mıydım, küçük olmayanı?
Zil çalar çalmaz, sınıftan dışarı fırladım – muhtemelen ders boyunca ancak
yarım olarak verdiğim kibar izlenimi yok ederek. Tekrar, dışarıdaki iyileştirici, temiz
ve ıslak havayı içime çektim. Kız ile arama mümkün olduğunca daha çok mesafe
koymak için acele ettim.
Emmett beni İspanyolca sınıfının kapısında beklemişti. Vahşi ifademi bir an
inceledi.
Nasıl gitti? diye merak etti ihtiyatla.
“Kimse ölmedi.” dedim mırıldanarak.
Sanırım bu da bir şey. Alice’in sonlarda dersi astığını gördüğümde düşündüm ki…
Sınıfa yürürken kafasındaki kısa zaman öncesine ait, son sınıfının açık
kapısından gördüğü anıyı izledim: Alice hızla ve boş bir yüzle fen binasına doğru
yürüyordu. Hatırladığı, kalkıp ona katılma isteğini hissettim ve sonra kalma kararını.
Eğer Alice onun yardımını isteseydi, söylerdi…
Sırama çökerken gözlerimi dehşet ve tiksinmeyle kapattım. “Bu kadar yakın
olduğunu anlamamıştım. Yapacağımı düşünmemiştim… Bu kadar kötü olduğunu
görmemiştim.” dedim fısıldayarak.
Değildi, diye güvence verdi bana. Kimse ölmedi değil mi?
“Doğru.” dedim dişlerimin arasından. “Bu sefer değil.”
Belki gittikçe kolaylaşır.
“Tabii.”
Ya da belki onu öldürürsün. Omuz silkti. İşleri eline yüzüne bulaştıran ilk kişi
olmazsın. Kimse seni çok sertçe yargılamaz. Bazen bir insan sadece çok güzel kokar. Bu kadar
uzun dayanabilmenden bile etkilendim.

“Yardımcı olmuyorsun Emmett.”
Kızı öldüreceğimi, bunun bir şekilde kaçınılmaz olduğunu kabul edişinden
dehşete düştüm. Çok güzel kokması onun suçu muydu?
Bana olduğunu biliyorum…, anılarına döndü, beni kendiyle beraber yarım
yüzyıl geriye, orta yaşlı bir kadının elma ağaçları arasına gerili ipten kuru
çamaşırlarını topladığı loş bir taşra sokağına götürdü. Elmaların kokusu havada
yoğundu – hasat zamanı geçmişti ve atılmış meyveler yere yayılmıştı, çürükleri
kokularını yoğun bulutlar halinde salıyordu. Taze biçilen kuru ot kokusu, bu
kokunun arka planındaydı, bir karışım. Rosalie için bir iş yaparken kadının hiçbir
şekilde farkında olmayarak,. Gökyüzü yukarıda mor, batı ağaçlarının üstünde
turuncuydu. Kıvrımlı yolda yürümeye devam etti ve bu akşamı hatırlamak için
hiçbir sebep yok gibi gözüktü, ani bir akşam esintisinin beyaz çarşafları yelken gibi
uçurup, kadının kokusunu Emmett’in yüzüne göndermesi dışında.
“Ah.” diye inledim sessizce. Sanki kendi hatırladığım susuzluk yeterli
değilmiş gibi.
Biliyorum. Yarım saniye sürmedi. Karşı koymayı düşünmedim bile.
Anısı katlanabileceğimden çok daha net hale geldi.
Ayaklarımın üzerine zıpladım, dişlerim birbirine çeliği kesecek kadar sert
kilitlenmişti.
“Esta bien, Edward?” diye sordu Senora Goff, ani hareketimden şaşkınlığa
uğrayarak. İfademi onun zihninde görebiliyordum ve yüzümün iyi olmaktan çok
uzak olduğunu biliyordum.
“Me perdona.” diye mırıldandım kapıdan dışarı fırlarken.
“Emmett – por favor, puedas tu ayuda a tu hermano?” diye sordu.
“Tabii,” dediğini duydum Emmett’in, sonrasında tam arkamdaydı.
Binanın uzak tarafına kadar beni takip etti ve yakalayıp elini omzuma koydu.
Elini gereksiz bir kuvvetle ittim. Bu, bir insan elindeki ve onlara bağlı kol
kemiklerini kırardı.
“Özür dilerim Edward.”
“Biliyorum.” Havayı derin derin içime çektim, kafamı ve ciğerlerimi
temizlemeye çalıştım.
“O kadar kötü mü?” diye sordu anısındaki kokuyu düşünmemeye çalışıp, pek
başarılı olamayarak.
“Daha kötü Emmett, daha kötü.”
Bir anlığına sessizdi.
Belki…
“Hayır, daha iyi olmaz. Sınıfa dön Emmett. Yalnız kalmak istiyorum.”
Başka bir söz söylemeden ya da düşünmeden döndü ve hızlıca uzaklaştı.
İspanyolca öğretmenine hasta olduğumu ya da dersi astığımı ya da tehlikeli şekilde
kontrolden çıkmış bir vampir olduğumu söyleyecekti. Mazereti gerçekten fark eder
miydi? Belki geri dönmeyecektim, belki gitmek zorunda kalacaktım.
Tekrar arabama girdim, okulun bitmesini beklemek için. Saklanmak için. Yine.
Zamanı kararlar vermekle ya da çözümümü desteklemekle harcamalıydım;
ama tıpkı bir bağımlı gibi, kendimi okul binalarından gelen düşünceleri dinlerken
buldum. Aşina sesler ileri çıktı; ama o anda Alice’in gelecek görüşlerini ya da
Rosalie’nin şikayetlerini dinlemek istemiyordum. Jessica’yı kolayca buldum; fakat
kız onunla değildi, o yüzden aramaya devam ettim. Mike Newton’ın düşünceleri
dikkatimi çekti ve sonunda onunla bağlantı kurabildim. Mike mutsuzdu, çünkü
bugün Biyoloji’de Bella’yla konuşmuştum. Konuyu açtığında kızın verdiği cevabı
kafasından tekrar geçiriyordu.
"Onun burada kimseyle bir kelimeden fazla konuştuğunu görmemiştim. Tabii ki,
Bella’yı ilginç bulmaya karar verdi. Ona bakışını hiç beğenmiyorum; ama Bella onun
hakkında pek heyecanlı gözükmüyordu. Ne söylemişti? “Geçen pazartesi nesi olduğunu
merak ettim.” Onun gibi bir şey. Umurundaymış gibi gözükmemişti. Pek konuşma olmuş
olamaz…"

Kendini karamsarlığından o şekilde kurtardı, Bella’nın benimle olan
diyaloguyla ilgilenmediği fikriyle neşelendi. Bu beni kabul edilebilir düzeyin bayağı
üzerinde rahatsız etti, o yüzden onu dinlemeyi bıraktım.
Müzik setine sert bir müzik CD’si taktım ve diğer sesleri boğana kadar sesini
açtım. Kendimi Mike Newton’ın düşüncelerine geri dönmekten, kızı gözetlemekten
alıkoymak için çok fazla odaklanmam gerekti.
Saat bitmek üzereyken birkaç kere hile yaptım. Gözetlemek değil, diye ikna
etmeye çalıştım kendimi. Beden dersinden ne zaman çıkacağını, park yerine ne
zaman varacağını bilmem gerekiyordu. Beni hazırlıksız yakalamasını istemiyordum.
Öğrenciler spor salonunun kapılarından çıkmaya başladığında, neden
yaptığımdan emin olmayarak arabadan dışarı çıktım. Yağmur hafifti – saçımı
yavaşça ıslatmaya başladığında görmezden geldim.
Onun beni burada görmesini mi istiyordum? Gelip benimle konuşmasını mı
umuyordum? Ben ne yapıyordum?
Davranışımın yanlış olduğunu bilerek kendimi arabaya geri girmek için ikna
etmeye çalışmama rağmen, hareket etmedim. Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve
onun, dudakları kenarlarından aşağıya kıvrılmış bir halde bana doğru yavaşça
yürümesini izlerken hafifçe nefes aldım. Bana bakmadı. Bulutlara, sanki onu
gücendirmişler gibi yüzünü buruşturarak birkaç kere göz attı.
Yanımdan geçmek zorunda kalmadan arabasına ulaştığında hayal kırıklığına
uğradım. Benimle konuşur muydu? Ben onunla konuşur muydum?
Soluk kırmızı bir Chevy kamyonete bindi, paslanmış, babasından daha yaşlı
dev bir canavar. Motoru çalıştırmasını izledim – eski motor park yerindeki diğer
araçlardan daha yüksek sesle kükredi – sonra ellerini ısıtıcının önüne uzattı. Soğuk
onun için rahatsız ediciydi – sevmiyordu. Parmaklarıyla saçlarını ayırdı, buklelerini,
sanki onları kurutmak istiyormuş gibi sıcak hava dalgasına doğru getirdi.
Kamyonetin içinin nasıl kokacağını hayal ettim ve sonra hızlıca bu düşünceyi
bastırdım.
Geri gitmeye hazırlanırken etrafına göz gezdirdi ve sonunda yönüme doğru
döndü. Bana sadece yarım saniye boyunca baktı, gözlerini kaçırıp kamyoneti geriye
doğru sürmeden önce gözlerinde okuyabildiğim tek şey şaşkınlıktı. Ve sonra yine
durdu, kamyonetin arkası Eric Teague’ı santimlerle sıyırmıştı.
Ağzı üzüntüyle açılarak dikiz aynasından baktı. Diğer araba arkasından
geçtiğinde, bütün kör noktaları iki kere kontrol etti ve park yerinden o kadar dikkatle
çıktı ki sırıtmama neden oldu. Sanki eski kamyonetinin içinde tehlikeli olduğunu
düşünüyormuş gibiydi.
Bella Swan’ın ne sürüyor olursa olsun, herhangi birine tehlikeli olması
düşüncesi, kız dosdoğru ileri bakarak önümden geçtiğinde beni kahkahalarla güldürdü.

 

 

 

3. Olağanüstü Olay


Aslında susamamıştım; ama o gece tekrar avlanmaya karar verdim. Küçük bir
önlem, yetersiz olacağını bilmeme rağmen.
Carlisle benimle geldi; Denali’den döndüğümden beri hiç yalnız kalmamıştık.
Kara ormanda beraber koşarken, onun geçen haftaki acele vedayı düşündüğünü
duydum.
Anısında, yüz hatlarımın çaresizlikle kıvrandığını gördüm. Ã
žaşkınlığını ve ani
endişesini hissettim.
“Edward?”
“Gitmeliyim Carlise. Gitmek zorundayım, şimdi.”
“Ne oldu?”
“Hiçbir şey. Henüz. Ama olacak, eğer kalırsam.”
Koluma uzanmıştı. Elinden çekindiğimde onu nasıl incittiğimi hissettim.
“Anlamıyorum.”
“Sen hiç… hiçbir zaman…”
Kendimi derin bir nefes alırken izledim, derin endişesinden doğru
gözlerimdeki vahşi ışığı gördüm.
“Hiç sana diğerlerinden daha güzel kokan biri oldu mu? Çok daha güzel?
“Ah.”
Anladığını gördüğümde, yüzüm utançla düşmüştü. Bana dokunmak için
uzanmış, tekrar geri çekilmemi görmezden gelerek sol elini omzuma koymuştu.
“Direnmek için yapman gerekeni yap oğlum. Seni özleyeceğim. İşte, benim arabamı al.
O daha hızlı.”
Ã
žimdi, o zaman beni göndererek doğru şeyi yapıp yapmadığını merak
ediyordu. Güvensizliğiyle beni incitip incitmediğini.
“Hayır.” diye fısıldadım koşarken. “İhtiyacım olan şey oydu. Eğer kalmamı
söyleseydin, güvenine kolaylıkla ihanet edebilirdim.”
“Acı çektiğin için üzgünüm Edward; ama Swan kızını hayatta tutabilmek için
yapman gerekeni yapmalısın. Tekrar gitmemiz gerekse bile.”
“Biliyorum, biliyorum.”
“Niye geri geldin? Burada olmandan mutlu olduğumu biliyorsun; ama eğer
çok zorsa…”
“Ödlek gibi hissetmeyi sevmiyorum.” diye itiraf ettim.
Yavaşladık – şimdi karanlığın içinde tempolu koşuyorduk.
“Onu tehlikeye atmaktan daha iyidir. Bir ya da iki sene sonra gitmiş olacak.”
“Haklısın, bunu biliyorum.” Aksine, kelimeleri beni sadece kalmaya daha
istekli hale getirdi. Kız bir ya da iki sene içinde gidecekti…
Carlisle koşmayı bıraktı ve ben de onunla birlikte durdum; ifademi incelemek
için döndü.
Ama kaçmayacaksın değil mi?
Başımı eğdim.
Gurur mu Edward? Bunda utanılacak hiçbir şey–
“Hayır, beni burada tutan gurur değil. Ã
žimdi değil.”
Gidecek yerin olmaması mı?
Kısaca güldüm. “Hayır. Bu beni durdurmazdı, eğer kendimi
gönderebilseydim.”
“Seninle geliriz tabii ki, eğer ihtiyacın olan buysa. Sadece sorman gerekli. Sen
kalanı için şikayet etmeden taşındın. Sana bunu çok görmezler.”
Kaşımı kaldırdım.
Güldü. “Evet, Rosalie görebilir; ama sana borcu var. Zaten şimdi ayrılmamız
bir hayat sonlandıktan sonra gitmemizden daha iyi, hiç hasar vermeden.” Sonra
doğru bütün mizah silinmişt.
Kelimelerinden irkildim.
“Evet.” diye katıldım. Sesim boğuk çıktı.
Ama gitmiyorsun?
İç çektim. “Gitmeliyim.”
“Seni burada tutan ne Edward? Anlayamıyorum…”
“Açıklayıp açıklayamayacağımı bilmiyorum.” Kendime bile. Hiçbir mana
çıkartamıyordum.
Uzun bir süre yüz ifademi ölçtü.
Hayır, anlayamıyorum; ama eğer istersen mahremiyetine saygı duyarım.
“Teşekkürler. Bu çok cömertçe, benim kimseye mahremiyet vermediğimi
düşünürsek.” Bir istisna dışında… ve onu bu özellikten mahrum bırakabilmek için
elimden geleni yapıyordum değil mi?
Hepimizin acayiplikleri var. Tekrar güldü. Başlayalım mı?
Küçük bir geyik sürüsünün kokusunu yakalamıştı. Çok fazla istek duymak
zordu, en iyi şartlar altında bile, ağız sulandırıcı bir aroma değildi. Ã
žu anda, kızın
kanının anısı zihnimdeyken, koku aslında midemi bulandırıyordu.
İç çektim. “Başlayalım.” deyip kabul ettim, boğazımdan daha fazla kan
geçmesinin çok az yardım edeceğini bilmeme rağmen.
İkimiz de avlanmak üzere çömeldik ve çekici olmayan kokunun bizi sessizce
ileri götürmesine izin verdik.
Eve döndüğümüzde daha soğuktu. Eriyen kar donmuştu; sanki ince bir
tabaka cam her şeyi kaplamış gibiydi – her çam iğnesini, her eğreltiotu yaprağını, her
çimi buz tutmuştu.
Carlisle hastanedeki erken mesaisi için giyinmeye gittiğinde, nehrin kıyısında
kalıp güneşin doğmasını bekledim. Tükettiğim kan miktarı nedeniyle neredeyse
şişmiş hissediyordum; ama kızın yanına tekrar oturduğumda bunun çok az şey ifade
edeceğini biliyordum.
Üzerine oturduğum taş kadar soğuk ve hareketsiz halde buzlu kıyının
yanında akan karanlık suyu izledim.
Carlisle haklıydı. Forks’tan ayrılmalıydım. Yokluğumu açıklamak için bir
öykü yayabilirlerdi. Avrupa’da yatılı okul. Uzak akrabaları ziyaret. Ergen kaçak.
Hikayenin bir önemi yoktu. Kimse çok derin sorgulamazdı.
Sadece bir ya da iki yıl, ve sonra kız kaybolacaktı. Hayatına devam edecekti –
devam edeceği bir hayatı olacaktı. Bir yerlerde üniversiteye gidecek, yaşlanacak, bir
kariyere başlayacak, belki de biriyle evlenecekti. Bunu resmedebiliyordum – kızı,
beyazlar içinde, kolu babasınınkinde, ölçülü adımlarla yürürken görebiliyordum.
Garipti, bu görüntünün bana verdiği acı. Anlayamadım. Benim asla sahip
olamayacağım bir geleceği olduğu için onu kıskanıyor muydum? Bu mantıklı
gelmiyordu. Etrafımdaki insanların her birinin önünde aynı potansiyel vardı – bir
hayat – ve ben onlara imrenmeyi nadiren bırakıyordum.
Onu geleceğine bırakmalıydım, hayatını riske atmayı kesmeliydim. Doğru
olan buydu. Carlisle her zaman doğru yolu seçerdi. Ã
žimdi onu dinlemeliydim.
Güneş bulutların arkasında doğdu ve zayıf ışık, donmuş bütün camı
parıldattı.
Bir gün daha, diye karar verdim. Onu bir kere daha görecektim. Bunun
üstesinden gelebilirdim. Belki kararlaştırılmış gidişimden bahseder, hikayeyi yaratırdım.
Bu zor olacaktı; şimdiden bana kalmak için mazeretler düşündüren kuvvetli
isteksizliği hissedebiliyordum – mühleti uzatmak için, iki gün, üç, dört… ama doğru
olanı yapacaktım. Carlisle’ın öğüdüne güvenebileceğimi biliyordum, kendi başıma
doğru kararı verebilmek için fazla çekişme içinde olduğumu da.
Çok fazla çekişme içinde. Bu isteksizliğin ne kadarı saplantı haline gelmiş
merakımdan, ne kadarı tatmin olmamış susuzluğumdan geliyordu?
Okula gitmeden üzerimi değiştirmek için eve girdim.
Alice üçüncü katın kenarında, en üst basamakta oturmuş beni bekliyordu.
Yine gidiyorsun, diye suçladı.
İç çektim ve başımı salladım.
Bu sefer nereye gittiğini göremiyorum.
“Henüz nereye gideceğimi bilmiyorum.” dedim fısıldayarak.
Kalmanı istiyorum.
Kafamı iki yana salladım.
Belki Jazz ile ben seninle geliriz?
“Eğer onları gözetmek için burada olmazsam sana daha çok ihtiyaçları olacak.
Ayrıca Esme’yi düşün, ailesinin yarısını ondan bir hamlede alabilir misin?”
Onu çok üzeceksin.
“Biliyorum. İşte bu yüzden sizin kalmanız gerekli.”
Senin burada olmanla aynı değil, bunu biliyorsun.
“Evet; ama doğru olanı yapmak zorundayım.”
Pek çok doğru ve pek çok yanlış yol var gerçi, değil mi?
Kısa bir anlığına garip görüşlerinden birine sürüklenmişti; belirsiz görüntüler
gelip geçer ve dönerken onunla birlikte izledim. Kendimi anlam veremediğim garip
gölgelerin arasında gördüm – sisli, kesin olmayan şekiller. Sonra, aniden tenim
küçük, açık bir çayırlıkta, parlak gün ışığında parıldıyordu. Burası bildiğim bir
yerdi.Çayırlıkta benimle birlikte bir figür vardı; ama yine, belirsizdi, tanınacak kadar
orada değildi. Görüntüler, milyonlarca küçük seçim geleceği tekrar düzenlerken
titredi ve kayboldu.
“Pek bir şey yakalayamadım.” dedim Alice’e, görüşleri karardığında.
Ben de. Geleceğin o kadar çok değişiyor ki, hiçbirine yetişemiyorum; ama sanırım…
Durakladı ve benimle ilgili yakın zamanlı başka görüşlerini kafasından
geçirdi. Hepsi aynıydı – bulanık ve belirsiz.
“Sanırım bir şey değişiyor gerçi” dedi sesli olarak. “Hayatın bir dönüm
noktasında gibi görünüyor.”
Vahşice güldüm. “Karnavallardaki sahte çingeneler gibi konuştuğunun
farkındasın değil mi?”
Bana dil çıkardı.
“Bugün sorun yok ama, değil mi?” dedim, sesim aniden kaygılı hale gelmişti.
“Kimseyi öldürdüğünü görmüyorum.” diye temin etti beni.
“Teşekkürler Alice.”
“Git giyin. Ben hiçbir şey söylemeyeceğim – sen hazır olduğun zaman
diğerlerine söylersin.”
Ayağa kalktı ve merdivenlerden aşağı ok gibi fırladı, omuzları biraz
kamburlaşmıştı.
Seni özleyeceğim. Gerçekten.
Evet, ben de onu gerçekten özleyecektim.
Okula sessizlik içinde gittik. Jasper, Alice’in bir şeye üzüldüğünü
söyleyebilirdi; ama eğer konuşmak isteseydi çoktan anlatmış olacağını biliyordu.
Emmett ile Rosalie hiçbir şeyin farkında değillerdi, anlarından birini yaşıyor,
birbirlerinin gözlerine hayranlıkla bakıyorlardı – dışarıdan izlendiğinde oldukça
tiksinçti. Hepimiz birbirlerine nasıl çılgınca aşık olduklarının farkındaydık. Ya da
belki de sadece ben, yalnız olan tek kişi olduğum için durumu acı karşılıyordum.
Bazı günler, üç çift kusursuz eşleşmiş aşıkla yaşamak diğerlerinden daha zordu.
Bugün, onlardan biriydi.
Belki de, ben şimdiye kadar olmam gereken yaşlı adam gibi ters, sinirli ve
kavgacı halde ortalarda dolanmayınca daha mutlu olurlardı.
Tabii ki, okula ulaşır ulaşmaz yaptığım ilk şey kızı aramak oldu, sadece
kendimi tekrar hazırlamak.
Doğru.
Dünyamın aniden onun dışında bomboş gözükmesi utandırıcıydı – bütün
varlığımın merkezi artık kendim yerine o kızdı.
Bunu anlamak kolaydı gerçi, gerçekten; seksen yıl her gün ve gece aynı şeyleri
yaşadıktan sonra herhangi bir değişiklik soğurma noktası haline geliyordu.
Daha okula varmamıştı; ama uzaktaki kamyonetinin motorunun gök
gürültüsüne benzeyen sesini duyabiliyordum. Beklemek için arabaya yaslandım.
Diğerleri direkt sınıflarına giderken Alice benimle kaldı. Aşırı düşkünlüğümden
sıkılmışlardı – bir insanın, ne kadar nefis kokuyor olursa olsun, ilgimi bu kadar uzun
süre çekiyor olması onlara anlaşılmaz geliyordu.
Kız yavaşça görüşüme girdi, gözleri dikkatle yoldaydı, elleri direksiyonu
sımsıkı kavramıştı. Bir şeyden dolayı gergin görünüyordu. Bunun ne olduğunu
anlamam, her insanın ifadesinin benzer olduğunu fark etmem bir saniyemi aldı. Ah,
yol buz yüzünden kaygandı ve hepsi daha dikkatli sürmeye çalışıyordu. Riski
ciddiye aldığını görebiliyordum.
Bu, karakteriyle ilgili öğrendiklerimle uyuşuyordu. Küçük listeme ekledim:
Ciddi biriydi, sorumluluk sahibi biri.
Benden çok uzağa park etmedi; ama burada durup ona baktığımı henüz fark
etmemişti. Ettiğinde ne yapacağını merak ettim. Kızarıp uzaklaşır mıydı? Bu ilk
tahminimdi; ama belki bakmaya devam ederdi. Belki gelip benimle konuşurdu.
Derin bir nefes alarak umutla ciğerlerimi doldurdum, her ihtimale karşı.
Kamyonetinden dikkatle çıkıp, ağırlığını vermeden önce kaygan zemini
kontrol etti. Yukarı bakmadı. Bu beni rahatsız etti. Belki ben gidip onunla
konuşurdum…
Hayır, bu yanlış olurdu.
Okula doğru dönmek yerine adımlarına güvenemeyerek kamyonetinin yanına
yapışıp aracın arkasına yöneldi. Bu beni gülümsetti ve Alice’in gözlerini yüzümde
hissettim. Düşündüğü her neyse onu dinlemedim – kızın kar zincirlerini kontrol
edişini izlerken çok eğleniyordum. Ayağının yerde kayış şekline bakılırsa gerçekten
düşme tehlikesi var gibi görünüyordu. Başka kimse sorun yaşamıyordu – en kaygan
yere mi park etmişti?
Yüzünde garip bir ifadeyle orada durakladı. Bu… hassas mıydı? Sanki
tekerleklerle ilgili bir şey onu… duygulandırmış gibi?
Merak yine susuzluk gibi acıttı. Sanki onun ne düşündüğünü bilmek
zorundaymışım gibiydi – sanki başka hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi.
Gidip onunla konuşacaktım. Zaten bir ele ihtiyacı varmış gibi görünüyordu,
en azından kaygan asfalttan kurtulana kadar. Tabii, ona bunu teklif edemezdim değil
mi? Kararsız kalarak durakladım. Kara karşı olan düşüncelerine bakılırsa, soğuk,
beyaz elimin dokunuşunu hoş karşılamazdı. Eldiven giymeliydim–
“HAYIR!” diye soludu Alice.
Anında, zayıf bir seçim yaptığımı ve beni affedilmez bir şey yaparken
gördüğünü tahmin ederek düşüncelerini taradım; ama bunun benimle hiçbir ilgisi
yoktu.

 

 

Tyler Crowley, park yerine tedbirsiz bir hızla girmeyi seçmişti. Bu seçim onun
buz üzerinde savrulmasına yol açacaktı.
Görüş, gerçeklikten sadece yarım saniye önce gelmişti. Tyler’ın minibüsü
köşeyi dönerken ben hala Alice’in dudaklarından o dehşet dolu soluğu çıkaran
sonucu izliyordum.
Hayır, bu görüşün benimle hiç ilgisi yoktu; ama yine de beni tamamen
ilgilendiriyordu, çünkü Tyler’ın minibüsü – tekerlekler şu anda buza olabilecek en
kötü açıyla çarpıyordu – park yeri boyunca dönecek ve dünyamın davetsiz odak
noktası olan kıza çarpacaktı.
Alice’in gelecek görüşü olmadan bile, Tyler’ın kontrolünden çıkan aracın
yörüngesini görmek yeterince kolay olurdu.
Kamyonetinin en yanlış yerinde duran kız, kayan tekerleklerin sesinin
şaşkınlığıyla başını kaldırdı. Direkt olarak dehşet dolu gözlerime baktı ve sonra
yaklaşan ölümünü izlemek üzere döndü.
O olmaz! Kelimeler kafamın içine başkasına aitlermiş gibi çınladı.
Hala Alice’in düşüncelerine kilitli halde, geleceğin aniden değiştiğini gördüm;
ama sonucun ne olacağını görecek vaktim yoktu.
Kendimi kayan minibüs ile kızın arasına attım. O kadar hızlı hareket
ediyordum ki, odak noktam dışında her şey hızla geçen bir bulanıklıktan ibaretti.
Beni görmedi – hiçbir insan gözü uçuşumu takip edemezdi – hala vücudunu
kamyonetinin metal çerçevesine yapıştırıp ezecek kocaman şekli izliyordu.
Olmama ihtiyacı olacağı kadar yumuşak davranmak için çok fazla acele
içinde, onu belinden yakaladım. İnce şeklini yoldan çektiğim, saniyenin yüzde biri
sürede ve kollarımda onunla yere çarptığım anda, narin, kırılgan vücudunun canlı
şekilde farkındaydım.
Başının buza çarptığını duyduğumda, ben de buz kesmişim gibi hissettim.
Ama durumuna bakmak için tam bir saniyem olmadı. Arkamızda, minibüsün
kızın kamyonetinin demir gövdesinin etrafında bükülürken gıcırdadığını duydum.
Rotasını değiştiriyordu, kavis çizerek tekrar onun için geliyordu – sanki kız onu bize
doğru çeken bir mıknatısmış gibi.
Bayanların yanında asla söylemediğim bir kelime kenetlenmiş dişlerimin
arasından kaydı.
Şimdiden sınırı geçmiştim. Onu yoldan çekmek için havada neredeyse
uçarken, yapmakta olduğum hatanın tamamen farkındaydım. Beni durdurmayacak
bir hata olduğunu biliyordum; ama aldığım riskten – sadece kendim için değil, ailem
için de aldığım riskten – habersiz değildim.
Teşhir.
Ve bu kesinlikle yardımcı olmayacaktı; ama minibüsün, kızın hayatını almak
için yaptığı ikinci denemede başarılı olmasına izin vermemin imkanı yoktu.
Onu bıraktım ve aracı kıza dokunmadan yakaladım. Kuvveti beni kamyonetin
yanında park eden arabaya itti ve çerçevesinin omuzlarımın arkasında büküldüğünü
hissettim. Minibüs teslim olmayan ellerimin engeline karşı titredi ve iki tekerleğin
üzerinde dengesizce durdu.
Eğer ellerimi hareket ettirirsem, minibüsün arka tekerlekleri onun
bacaklarının üzerine düşecekti.
Ah, kutsal olan her şeyin aşkına, felaketler hiç bitmez miydi? Kötü gidebilecek
başka bir şey var mıydı? Burada minibüsü havada tutarak, oturup kurtarılmayı
bekleyemezdim. Aracı atamazdım da, söz konusu bir sürücü vardı, düşünceleri
panik yüzünden tutarsızdı.
İçimden inleyerek minibüsü ittim, bu sayede bir anlığına bizden uzağa doğru
sallandı. Tekrar bana doğru düşerken sağ elimle altından yakaladım ve sol kolumu
tekrar kızın beline dolayarak onu aracın altından çektim. Bacaklarının açıkta
kalmaması için onu çekerken vücudu gevşekçe hareket etti – bilinci yerinde miydi?
Hazırlıksız kurtarma girişimimde ona ne kadar zarar vermiştim?
Şimdi onu incitemeyeceği için minibüsü bıraktım. Asfalta çarptı, bütün camlar
titredi.
Bir krizin ortasında olduğumu biliyordum. Ne kadarını görmüştü? Kızın
yanında aniden belirdiğimi ve sonra onu ezmesini engellemeye çalışırken minibüsü
havada tuttuğumu gören olmuş muydu? En büyük endişem bu sorular olmalıydı.
Ama teşhir tehdidine gerektiği kadar ihtimam göstermek için fazla
endişeliydim. Kızı koruma çabam sırasında onu kendim incitmiş olabileceğim için
çok fazla panik içindeydim. Kendime nefes alma izni verirsem ne kokusu alacağımı
bilerek onu bu kadar yakınımda tuttuğum için çok korkuyordum. Benimkine
bastırdığım yumuşak vücudunun sıcaklığının çok farkındaydım – ceketlerimizin
çifte engeline rağmen, o sıcaklığı hissedebiliyordum…
İlki en büyük korkuydu. Görgü tanıklarının çığlıkları etrafımızı sardığında,
yüzünü incelemek, bilincinin yerinde olup olmadığına bakmak için – şiddetle hiçbir
yerinden kanamadığını umarak – ona doğru eğildim.
Gözleri açıktı, şok içinde bakıyorlardı.
“Bella?” diye sordum aceleyle. “İyi misin?”
“İyiyim.” Kelimeleri istemsizce, şaşkın bir sesle söyledi.
Rahatlık, o kadar harika ki neredeyse sızı, onun sesiyle beni sardı. Dişlerimin
arasından bir nefes aldım ve boğazımdaki yanmayı sorun etmedim. Neredeyse hoş
karşıladım.
Oturmak için çabaladı; ama ben onu bırakmak için hazır değildim. Bir
şekilde… daha güvenli hissettiriyordu? En azından daha iyi.
“Dikkatli ol.” diye uyardım. “Sanırım başını oldukça sert çarptın.”
Taze kan kokusu yoktu – bir lütuf – ama bu iç hasar olmayacağı anlamına
gelmiyordu. Aniden onu Carlisle’a ve tam bir radyoloji donanımına götürmek için
istekliydim.
“Ah.” dedi, sesi haklı olduğumu anlarken komik bir şekilde şaşkındı.
“Ben de öyle düşünmüştüm.” Rahatlık bunu bana göre komik hale getirmişti,
neredeyse başımı döndürmüştü.
“Nasıl…” Sesi kesildi, göz kapakları titredi. “Buraya nasıl o kadar çabuk
gelebildin?”
Ferahlık ekşidi, neşe silindi. Çok şey fark etmişti.
Kızın durumunun iyi olduğu anlaşılınca, ailem için olan endişem artmıştı.
“Yanında duruyordum Bella.” Deneyimlerimden biliyordum ki, eğer yalan
söylerken kendime çok güvenirsem, sorgulayan kişi gerçekten daha az emin olurdu.
Hareket etmek için tekrar çabaladı ve bu sefer izin verdim. Rolümü doğru
oynayabilmek için nefes almam gerekiyordu. Kokusuyla karışıp beni alt etmesini
engellemek için onun sıcakkanlı ısısından uzaklaşmalıydım. Harap olmuş araçların
arasındaki küçük yerde ondan uzaklaşabileceğim kadar uzaklaştım.
Bana baktı ve ben de ona baktım. Gözlerini kaçırmak sadece beceriksiz bir
yalancının düşeceği bir hataydı ve ben beceriksiz bir yalancı değildim. Yüz ifadem
düz, yumuşaktı… Bu kafasını karıştırmış gibiydi. İyi.
Kaza yeri şimdi, görünen ezilmiş cesetler olup olmadığını görmek için
çatlaklardan doğru bakıp iten, çoğunluğu çocuk insanlarla sarılmıştı. Bir bağırış
çağıltısı ile şoka girmiş bir düşünce seli vardı. Henüz şüphe olmadığından emin
olmak için düşünceleri taradım ve sonra bastırıp kıza odaklandım.
Karışıklıkta dikkati dağılmıştı. İfadesi hala sersemlemiş haldeyken etrafına
baktı ve ayağa kalkmaya çalıştı.
Olduğu gibi kalması için elimi yavaşça omzuna koydum.
“Şimdilik böyle kal.” İyi görünüyordu; ama gerçekten boynunu oynatmalı
mıydı? Yine Carlisle’ı diledim. Benim kuramsal tıp eğitimim, onun asırlar boyunca
uyguladığı tıp deneyimine kesinlikle eş değildi.
“Ama soğuk.” diye karşı çıktı.
İki kere neredeyse ezilerek ölüyordu, bir kere de sakatlanmanın eşiğinden
dönmüştü; ama onu endişelendiren şey soğuktu. Durumun komik olduğunu
hatırlamadan önce dişlerimin arasından güldüm.
Bella gözlerini kırpıştırdı ve sonra yüzüme odaklandı. “Oradaydın.”
Bu beni yine ciddileştirdi.
Minibüsün çökmüş yanından başka görülecek hiçbir şey olmadığı halde
güneye doğru baktı. “Arabanın yanındaydın.”
“Hayır değildim.”
“Seni gördüm.” diye ısrar etti. İnatçılaştığı zaman sesi çocuk gibi oluyordu.
“Bella, seninle duruyordum ve seni yoldan çektim.”
Benim versiyonumu – ortadaki tek mantıklı versiyonu – kabul etmesini
sağlamaya çalışarak büyük gözlerine derin derin baktım.
Çenesi kasıldı. “Hayır.”
Panik yapmamaya, sakin kalmaya çalıştım. Eğer kızı sadece bir süre sessiz
tutabilirsem, bana kanıtı yok etme şansı vermesi için… ve hikayesini başından
yaralanmasını göstererek sarsabilmek için.
Bu suskun, sırlarla dolu kızı sessiz tutmak kolay olmamalı mıydı? Keşke bana
güvenseydi, sadece bir süre…
“Lütfen Bella.” dedim ve sesim çok içtendi, çünkü aniden onun bana
güvenmesini istemiştim. Çok istemiştim ve sadece bu kazanın hesapları için değildi.
Aptal bir arzu. Bana güvenmek ona nasıl mantıklı gelebilirdi?
“Niye?” dedi hala savunmacı halde.
“Bana güven.” diye rica ettim.
“Daha sonra bana her şeyi açıklayacağına söz verir misin?”
Bir şekilde güvenini hak etmeyi bu kadar çok isterken ona tekrar yalan
söylemek zorunda kalmak beni sinirlendirdi. O yüzden, ona sert bir şekilde cevap
verdim.
“İyi.”
“İyi.” dedi o da, aynı tonu yansıtarak.
Etrafımızda kurtarma çalışmaları başlarken – yetişkinler gelir, yetkililer aranır,
uzaktan siren sesleri gelirken – kızı görmezden gelip önceliklerimi doğru sıraya
sokmaya çalıştım. Park yerindeki bütün düşünceleri taradım, hem görgü tanıklarının
hem de sonradan gelenlerin; ama tehlikeli hiçbir şey bulamadım. Çoğu beni burada
Bella’nın yanında gördüklerine şaşırmışlardı; ama hepsi – başka bir olası sonuç
olmadığı için – kazadan önce beni kızın yanında dururken fark etmediklerini
düşünmüşlerdi.
Basit açıklamamı kabul etmeyen tek kişi oydu; ama o da en az güvenilecek
görgü tanığı olarak düşünülürdü. Korkmuştu, sarsıntı geçirmişti, kafasına aldığı
darbeden bahsetmeye gerek bile yoktu. Muhtemelen şoktaydı. Hikayesinin karışık
olması kabul edilebilirdi, değil mi? O kadar izleyicinin düşündükleri üzerine kimse
buna pek itimat göstermezdi.
Olay yerine yeni varan Rosalie, Jasper ve Emmett’ın düşüncelerini
yakaladığımda ürktüm. Bu gece bunu ödemek cehennem olacaktı.
Omuzlarımın bronz arabada çıkardığı izi ortadan kaldırmak istiyordum; ama
kız çok yakındaydı. Dikkati dağılana kadar beklemek zorundaydım.
İnsanlar minibüsle boğuşup üzerimizden kaldırmaya çalışırken – üzerimde
bir çok çift gözle – beklemek sinir bozucuydu. İşlemi hızlandırmak için onlara
yardım ederdim; ama kız ve keskin gözleriyle başım yeterince belaya girmişti.
Sonunda, aracı sağlık görevlilerinin sedyelerle bize ulaşmasına yetecek kadar uzağa
çekebildiler.
Tanıdık bir ses beni fark etti.
“Hey, Edward.” dedi Brett Warner. Aynı zamanda bir hastabakıcıydı ve onu
hastaneden tanıyordum. Bize ulaşan ilk kişinin o olması çok büyük bir şanstı –
bugünkü tek şans. Düşüncelerinde sakin ve uyanık olduğuma dikkat ediyordu. “İyi
misin çocuk?”
“Mükemmel Brett. Bana hiçbir şey dokunmadı; ama Bella sarsıntı geçirmiş
olabilir. Onu yoldan çektiğimde başını yere çarptı…”
Brett, bana ihanete uğramış sert bir bakış atan kıza döndü. Ah, doğru. Sessiz
bir mağdurdu – sükut içinde acı çekmeyi tercih ederdi.
Benim hikayemi anında yalanlamadı ama, ve bu biraz rahatlamamı sağladı.
Sonraki sağlık görevlisi muayene edilmeme izin vermem için ısrar etti; ama
onu vazgeçirmek zor olmadı. Babamın bana bakacağına söz verdim ve o da ısrarı
bıraktı. Pek çok insanda, sakin bir kendine güvenle konuşmak ihtiyacım olan tek
şeydi. Pek çok insanda, sadece kızda işe yaramıyordu tabii ki. O herhangi bir normal
kalıba uyuyor muydu?
Boyunluk taktıklarında – ve yüzü utançla kızardığında – bu dikkat
dağınıklığını ayağımın arkasıyla bronz arabadaki şekli tekrar düzenlemek için
kullandım. Sadece kardeşlerim ne yaptığımı fark ettiler ve Emmett’in içinden, bir şey
kaçırırsam düzelteceğine söz verişini duydum.
Yardımına şükranla dolu olarak – ve en azından Emmett’in çoktan bu tehlikeli
seçimimi affettiğine daha da minnettar kalarak – ambulansta Brett’in yanına
oturduğumda daha rahattım.
Polis şefi, Bella ambulansın arkasına yerleştirilmeden olay yerine vardı.
Bella’nın babasının düşünceleri kelimeleri geçmiş olsa da, panik ve endişe
adamın zihninden etraftaki diğer bütün düşünceleri bastırarak yayılıyordu. Tek
kızını sedyede gördüğünde sözsüz kaygı ve suçluluk kabararak onu sardı.
Onu sardı ve bana doğru geldi, gittikçe güçlenerek. Alice Charlie Swan’ın
kızını öldürmenin onu da öldürmek olacağını söylediğinde abartmıyordu.
Paniklemiş sesini dinlediğimde başım suçlulukla aşağı eğildi.
“Bella!” diye bağırdı.
“Ben iyiyim Char – baba.” İç çekti. “Hiçbir sorunum yok.”
Güvencesi babasının dehşetini tamamen silemedi. En yakın sağlık görevlisine
döndü ve daha çok bilgi istedi.
Onu konuşurken, paniğine rağmen tamamen tutarlı cümleler kurarken
duyduğumda, endişesinin sözsüz olmadığını anladım. Sadece… tam olarak kelimeleri
duyamıyordum.
Hmm. Charlie Swan kızı kadar sessiz değildi; ama Bella’nın bunu nereden
aldığını görebiliyordum. İlginç.
Kasabanın polis şefinin çevresinde hiçbir zaman çok fazla vakit
geçirmemiştim. Onu her zaman yavaş düşünen bir adam olarak almıştım – şimdi ise
yavaş olanın ben olduğumu anlamıştım. Düşünceleri kısmen gizliydi, yok değildi.
Sadece anlamlarını, tonlarını ayırt edebiliyordum…
Daha dikkatli dinlemek, bu daha az yeni karmaşık bulmacada kızın sırlarının
anahtarını bulup bulamayacağımı görmek istedim; ama o sırada Bella arkaya
yerleştirilmişti ve ambulans yola çıkmıştı.
Saplantı haline getirdiğim bu gizemi aydınlatabilecek bu çözümden kendimi
ayırmak zor oldu; fakat şimdi düşünmeliydim – bugün olanlara her açıdan
bakmalıydım. Anında gitmemizi gerektirecek kadar tehlike olup olmadığından emin
olmak için dinlemek zorundaydım. Odaklanmak zorundaydım.
Sağlık görevlisinin düşüncelerinde beni endişelendirecek hiçbir şey yoktu.
Söyleyebilecekleri kadarıyla kızın ciddi bir problemi yoktu. Bella da şimdiye kadar
benim anlattığım hikayeye uymuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hastaneye ulaştığımızda ilk öncelik Carlisle’ı görmekti. Aceleyle otomatik
kapılara gittim; ama Bella’yı izlemeyi tamamen bırakamadım; bir yandan
görevlilerin düşüncelerini dinledim.
Babamın tanıdık zihnini bulmak kolaydı. Küçük ofisinde, tamamen yalnızdı –
bu şanssız günde, ikinci şans.
“Carlisle.”
Gelişimi duymuştu ve yüzümü gördüğü anda paniğe kapılmıştı. Ayağının
üzerine zıpladı, yüzü kemik kadar beyazlaştı. Temiz şekilde düzenlenmiş ceviz ağacı
masasından doğru eğildi.
Edward – yapmadın –
“Hayır, hayır, sorun o değil.”
Derin bir nefes aldı.
Tabii ki hayır. Düşündüğüm için özür dilerim. Gözlerin, tabii ki,
bilmeliydim…
Rahatlayarak hala altın rengi olan gözlerime baktı.
“Ama yaralandı Carlisle, muhtemelen ciddi değil; fakat–“
“Ne oldu?”
“Aptal bir araba kazası. Yanlış zamanda yanlış yerdeydi; ama orada
duramazdım – ona çarpmasına izin veremezdim–”
Baştan başla, anlamadım. Sen nasıl karıştın?
“Bir minibüs buzda savruldu.” diye fısıldadım. Konuşurken arkasındaki
duvara baktım. Çerçevelenmiş diploma kalabalığı yerine, sadece basit bir yağlı boya
tablosu vardı – en sevdiği, keşfedilmemiş bir Hassam. “Yoldaydı. Alice olacakları
gördü; ama gerçekten koşup onu yoldan çekmekten başka bir şey yapmaya vakit
yoktu. Kimse fark etmedi… onun dışında. Minibüsü durdurmak zorunda da kaldım;
ama yine kimse görmedi… ondan başka. Ben… ben özür dilerim Carlisle. Bizi
tehlikeye atmak istememiştim.”
Masayı dolaştı ve elini omzuma koydu.
Doğru olanı yaptın ve bu senin için kolay olmuş olamaz. Seninle gurur duyuyorum
Edward.

O zaman gözlerine baktım. “Benimle ilgili… bir sorun olduğunu biliyor.”
“Önemli değil. Eğer gitmek zorunda kalırsak, gideriz. Ne söyledi?”
Biraz rahatsız olarak kafamı salladım. “Henüz hiçbir şey.”
Henüz?
“Benim versiyonuma katıldı – ama bir açıklama bekliyor.”
Düşünerek kaşlarını çattı.
“Kafasını çarptı – pekala bunu ben yaptım.” diye devam ettim hızlıca. “Onu
yere oldukça sert vurdum. İyi görünüyor; ama… dosyasını değiştirmek çok zor
olmaz sanırım.”
Sadece söylerken bile kendimi ahlaksız biri gibi hissettim.
Carlisle sesimdeki tiksinmeyi duydu.
Belki bu gerekli olmaz. Ne olacağını görelim
olur mu? Görünüşe göre kontrol etmem gereken bir hastam var.

“Lütfen.” dedim. “Onu incittiğim için çok endişeliyim.”
Carlisle’ın ifadesi aydınlandı. Altın rengi gözlerinden sadece birkaç ton açık
sarı saçlarını düzeltti ve güldü.
Senin için ilginç bir gündü değil mi? Zihninde, ironiyi görebiliyordum ve bu
komikti, en azından ona göre. Rollerin tersine dönüşü. Buz tutmuş park yerinde
koştuğum o kısa saniyede bir yerlerde, katilden koruyucuya dönüşmüştüm.
Bella’nın benden başka hiçbir şeyden daha fazla korunmaya ihtiyacı
olmayacağından ne kadar emin olduğumu hatırlayarak onunla birlikte güldüm.
Gülüşümde bir keskinlik vardı, çünkü bu hala tamamen doğruydu.
Bir hastane doluşu düşünceleri dinlerken Carlisle’ın ofisinde tek başıma
bekledim – yaşadığım en uzun saatlerden biriydi.
Minibüsün sürücüsü Tyler Crowley, Bella’dan daha kötü yaralanmış gibi
görünüyordu ve Bella röntgeninin çekilmesi için beklerken dikkatler ona yöneldi.
Carlisle görevlinin kızın hafif yaralandığına dair tanısına güvenerek arka planda
kaldı. Bu beni endişelendirdi; ama doğru yaptığını biliyordum. Yüzüne bir bakışla
kız anında beni, ailemle ilgili yanlış bir şeyler olduğunu hatırlardı ve bu onu
konuşturabilirdi.
Konuşmak için kesinlikle yeterince istekli bir partneri vardı. Tyler, onu
neredeyse öldürdüğü için büyük suçluluk içindeydi ve bu konuda susacakmış gibi
görünmüyordu. Onun gözlerinden Bella’nın yüz ifadesini görebiliyordum ve
durmasını dilediği açıktı. Bunu nasıl göremiyordu?
Tyler ona yoldan nasıl çekildiğini sorduğunda gergin bir an yaşadım.
Durakladığında nefes almadan bekledim.
“Iı…” dediğini duydum. Sonra o kadar uzun süre durakladı ki Tyler
sorusunun kafasını karıştırıp karıştırmadığını merak etti. Sonunda devam etti.
“Edward beni yoldan çekti.”
Tuttuğum nefesimi verdim ve sonra soluk alıp verişim hızlandı. Daha önce
ismimi söylediğini hiç duymamıştım. Kulağa geliş şeklinden hoşlandım – sadece
Tyler’ın düşüncelerinden duyduğumda bile. Kendim dinlemek istedim…
“Edward Cullen.” dedi, Tyler kimi kastettiğini anlamadığında. Kendimi kapıda,
elim tokmakta buldum. Onu görme arzusu gittikçe güçleniyordu. Dikkat etmem
gerektiğini kendime hatırlatmak zorunda kaldım.
“Yanımda duruyordu.”
“Cullen?” Hah. Garip. “Onu görmedim.” Yemin edebilirdim… “Vay, her şey çok
hızlı oldu sanırım. O iyi mi?”
“Öyle sanıyorum. Buralarda bir yerlerde; ama onu sedyeye yerleştiremediler.”
Yüzündeki düşünceli ifadeyi, gözlerinin şüpheyle kısılışını gördüm; ama
ifadesindeki bu küçük değişiklikleri Tyler fark etmedi.
Güzel biri, diye düşünüyordu neredeyse şaşkınlıkla. Bu haliyle bile. Alışılmış
tipim değil, yine de… Onu dışarı çıkarmalıyım… Bugünü telafi etmek için…

Sonra koridordaydım, ne yaptığımı bir saniye bile düşünmeden acil servis
odasına giden yolu yarılamıştım. Ş
ansıma, ben giremeden odaya hemşire girdi –
röntgen için sıra Bella’daydı. Duvarın karanlık bir köşesine yaslandım ve o
götürülürken sakinleşmeye çalıştım.
Tyler’ın onun güzel olduğunu düşünmesi önemli değildi. Bunu herkes fark
ederdi. Böyle hissetmem için hiçbir sebep yoktu… nasıl hissetmiştim? Rahatsız? Yoksa
öfkeli gerçeğe daha mı yakındı? Bu hiçbir şekilde mantıklı gelmiyordu.
Olduğum yerde kalabildiğim kadar kaldım; ama sabırsızlık beni yendi ve
radyoloji odasına doğru gittim. Acil servise çoktan geri götürülmüştü; ama
hemşirenin arkası dönükken röntgen filmlerine bakma şansım oldu.
Rahatladım. Başı iyiydi. Onu incitmemiştim, gerçekten değil.
Carlisle beni orada yakaladı.
Daha iyi görünüyorsun.
Sadece önüme baktım. Yalnız değildik, koridor doluydu.
Ah, evet. Filmleri ışık tahtasına astı; ama ikinci kere bakmaya gerek
duymadım.
Görüyorum. Tamamen iyi. Aferin Edward.
Babamın tasvip edici sesi bende karışık bir tepki yarattı. Hoşnut kalırdım, eğer
şimdi yapacağım şeyi onaylamayacağını bilmiyor olsaydım. En azından, beni
harekete geçiren gerçek etkenleri bilseydi onaylamazdı…
“Sanırım gidip onunla konuşacağım – seni görmeden önce.” diye
mırıldandım. “Doğal davranacağım, sanki hiçbir şey olmamış gibi. Yumuşatacağım.”
Bütün kabul edilebilir sebepler.
Carlisle hala filmlere bakarken dalgınlıkla başını salladı. “İyi fikir. Hmm.”
İlgisini neyin çektiğini görmek için baktım.
Bütün bu iyileşmiş yaralara bak! Annesi onu kaç kere düşürmüş? Carlisle kendi
kendine güldü.
“Kızın gerçekten kötü şansı olduğunu düşünmeye başlıyorum. Hep yanlış
zamanda, yanlış yerde.”
Forks senin burada olmanla onun için kesinlikle yanlış yer.
İrkildim.
Haydi git. Onu yumuşat. Sana katılacağım.
Suçlu hissederek hızla uzaklaştım. Muhtemelen çok iyi bir yalancıydım, eğer
Carlisle’ı kandırabildiysem.
Acil servise gittiğimde, Tyler mırıldanıyor, hala özür diliyordu. Kız onun
pişmanlığından, uyuyor numarası yaparak kaçmaya çalışıyordu. Gözleri kapalıydı;
ama soluk alıp verişi düzenli değildi ve şimdi parmaklarını sabırsızlıkla büküyordu.
Yüzüne uzun bir süre baktım. Bu onu son görüşümdü. Bu gerçek göğsümde
keskin bir acıyı tetikledi. Bir gizemi çözülmeden bırakmaktan nefret ettiğim için
miydi? Yeterli bir açıklama gibi görünmüyordu.
Sonunda derin bir nefes aldım ve görüşe girdim.
Tyler beni gördüğünde konuşmaya başladı; ama parmağımı dudaklarıma
koydum.
“Uyuyor mu?” diye mırıldandım.
Bella’nın gözleri açıldı ve yüzüme odaklandı. Bir anlığına büyüdüler ve sonra
öfke ya da şüpheyle kısıldılar. Oynamam gereken bir rol olduğunu hatırladım, o
yüzden bu sabah anormal hiçbir şey olmamış gibi gülümsedim – başına aldığı bir
darbe ve hayal gücünün biraz kontrolden çıkması dışında.
“Selam Edward.” dedi Tyler. “Gerçekten çok özür di–”
Özrünü kesmek için bir elimi kaldırdım. “Kan yok, yara yok.” dedim alayla.
Düşünmeden, gizli şakama çok genişçe güldüm.
Benden az ileride taze kanla kaplı halde yatan Tyler’ı görmezden gelmek
inanılmaz derecede kolaydı. Hiçbir zaman Carlisle’ın bunu nasıl yapabildiğini
anlayamamıştım – onları tedavi etmek için hastalarının kanını görmezden gelişini.
Sürekli ayartı çok dikkat dağıtıcı, çok tehlikeli olmaz mıydı…? Ama şimdi… nasıl
olduğunu anlayabiliyordum, eğer başka bir şeye yeterince çok odaklanılırsa, bu ayartı
hiçbir şeydi.
Taze ve açığa çıkmış bile olsa, Tyler’ın kanı Bella’nınkinin yanında hiçbir
şeydi.
Onunla mesafemi koruyarak Tyler’ın yatağının ucuna oturdum.
“Ee, karar ne?” diye sordum.
Alt dudağı biraz açıldı. “Hiçbir sorunum yok; ama gitmeme izin vermiyorlar.
Nasıl oldu da sen kalanımız gibi zorla bir sedyeye yüklenmedin?”
Sabırsızlığı beni tekrar gülümsetti.
Ã
žimdi Carlisle’ı koridorda duyabiliyordum.
“Tamamen kimi tanıdığınla ilgili.” dedim kayıtsızca. “Ama merak etme, seni
çıkarmaya geldim.”
Babam odaya girdiğinde tepkisini dikkatle izledim. Gözleri büyüdü ve ağzı
şaşkınlıkla açıldı. İçimden inledim. Evet, kesinlikle benzerliği fark etmişti.
“Evet Bayan Swan, nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu Carlisle. Hastaların
çoğunluğunu saniyeler içinde mükemmel şekilde rahatlatan davranışlara sahipti.
Bunun Bella’yı nasıl etkilediğini söyleyemedim.
“İyiyim.” dedi sessizce.
Carlisle röntgen filmlerini yatağın yanındaki ışık tahtasına taktı. “Filmlerin iyi
görünüyor. Başın acıyor mu? Edward oldukça sert çarptığını söyledi.”
İç çekti ve tekrar “İyiyim.” dedi; ama bu sefer sabırsızlığı sesine sızmıştı.
Sonra bana öfkeyle baktı.
Carlisle ona doğru bir adım attı ve parmaklarını şişkinliği bulana kadar kafa
derisinde gezdirdi.
Bana çarpan duygu dalgasına hazırlıksız yakalandım.
Carlisle’ın insanlarla çalışmasını binlerce kez izlemiştim. Yıllar önce, ona gayrı
resmi olarak asistanlık bile yapmıştım – ama sadece kanın karışmadığı durumlarda.
O yüzden onun kıza sanki kendisi de onun kadar insanmış gibi davranması benim
için yeni bir şey değildi. Ona pek çok kez imrenmiştim; ama bu aynı duygu değildi.
Kontrolünden çok ona imrenmiştim. Carlisle ile aramdaki farklılık acıttı – ona böyle
nazikçe, zarar vermeyeceğini bilerek korkusuzca dokunabilmesi…
Yüzünü buruşturdu ve yerimde birden irkildim. Rahat pozumu koruyabilmek
için bir süre odaklanmam gerekti.
“Acıyor mu?”
Çenesi kasıldı. “Pek değil.” dedi.
Karakterinin başka bir küçük parçası daha yerine oturdu: cesurdu. Zayıflık
göstermekten hoşlanmıyordu.
Muhtemelen gördüğüm en savunmasız yaratıktı ve zayıf görünmek
istemiyordu. Dudaklarımdan bir gülüş çıktı.
Bana başka bir öfkeli bakış attı.
“Pekala.” dedi Carlisle. “Baban bekleme odasında – şimdi onunla eve
gidebilirsin; ama başın dönerse ya da görüş problemi yaşarsan tekrar gel.”
Babası burada mıydı? Kalabalık bekleme odasındaki düşünceleri taradım; ama
Bella yüzü endişeli, tekrar konuşmaya başlamadan önce onun hemen duyulmayan iç
sesini grupta bulamadım.
“Okula geri dönemez miyim?”
“Belki de bugün ağırdan almalısın.” diye önerdi Carlisle.
Gözleri bana kaydı. “O okula gidecek mi?”
Normal davran, yumuşat… gözlerime baktığında nasıl hissettirdiğine
aldırma…
“Birilerinin iyi haberleri yayması gerekli.” dedim.
“Aslında,” diye düzeltti Carlisle, “okulun çoğunluğu bekleme odasında gibi
görünüyor.”
Bu sefer tepkisini tahmin ettim – ilgiden hoşlanmayacağını. Beni hayal
kırıklığına uğratmadı.
“Ah, hayır.” diye inledi ve yüzünü elleriyle kapattı.
Sonunda doğru tahmin etmekten hoşlandım. Onu anlamaya başlıyordum…
“Kalmak mı istersin?” dedi Carlisle.
“Hayır, hayır!” dedi hızlıca, bacaklarını yatakta döndürüp ayakları yere
değene kadar kayarak. Dengesini kaybedip öne, Carlisle’ın kollarına doğru
sendeledi. Carlisle onu yakaladı ve dengesini sağlamasına yardım etti.
Yine, imrenme duygusu beni sardı.
“İyiyim.” dedi, kızararak, o yorum yapamadan önce.
Tabii ki bu Carlisle’ı rahatsız etmezdi. Dengede olduğundan emin olduktan
sonra kollarını indirdi.
“Ağrı için biraz Tylenol al.” dedi.
“O kadar acımıyor.”
Carlisle çizelgesini imzalarken gülümsedi. “Çok şanslıymışsın gibi
görünüyor.”
Bana sertçe bakmak için başını hafifçe döndürdü. “Edward’ın yanımda
duruyor olması büyük şanstı.”

 


Bugün 5 ziyaretçikişi siteye girdi...
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol